3 Kasım 2009 Salı

Gerçekte Kürt Sorunu mu, Yoksa Kürtçülük Sorunu mu?

“Aynı zamanda hem savaş hazırlığı yapıp, hem de savaşı önleyemezsiniz.”

Albert Einstein

Bugünlerde kimi çevrelerce “Kürt açılımı”, kimi kesimlerce de “Demokratik açılım” adı altında topluma dayatılan bir ayrıştırma süreciyle karşı karşıyayız. Cumhurbaşkanının, Başbakanın ve bütün AKP’lilerin PKK terörünü, Kürt Mücadelesi diye nitelendirdikleri ve bu mücadelenin Türkiye’deki Kürt sorunundan kaynaklandığını, bu mücadelenin sonlanması için de Kürt sorunun çözülmesi gerektiğini savunan ve milleti de buna inandırmaya çalışan tutumları ülke bütünlüğüne karşı oluşturulmuş siyasi bir eylem niteliğindedir. PKK terörünü Kürt mücadelesi diye nitelendirmek, Kürt halkının kendi iradesiyle PKK örgütünü oluşturduğunu ve yıllardır da devlete karşı savaştığının ifadesidir. Yıllardır aynı şeyi, DTP’liler de söylüyorlar ve her söylediklerinde PKK destekçisi diye terörist yandaşçılığı ile suçlanıyorlar.
Nasıl oluyor DTP söyleyince suç oluyor da, AKP söyleyince alkışlanıyor?
Şimdi Başbakan gelen tepkiler üzerine söylemini değiştirdi. PKK’yı Kürt açılımının dışında tuttuğunu ama PKK’nın silah bırakması için Kürtlere demokratik haklar tanınması gerektiğini savunuyor. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu? Diye sorasım var.

O zaman diğer etnik kökenliler de ellerine silahı alıp dağa çıksınlar. Köyleri basıp, masum insanları öldürsünler, bunun karşılığında onlara da ayrı ayrı demokratik açılımlar sunalım.

30 yıl önce PKK’nın dağa çıkma amacıydı neydi? Hatırlayanınız var mı?
Bunlar bu topraklar üzerinde Kürdistan kurmak istemiyorlar mıydı?
Şimdi ise, yok, onlar devlet kurmak istemiyorlarmış, Kürt halkının haklarını savunuyorlarmış ve bu yüzden de anayasanın değişmesi gerekiyormuş. PKK sözcüsü DTP’nin söylemi bu yöndedir.

Meşhur bir atasözümüz vardır. “Köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek gerekir” diye…

Şimdi hükümet de çare olarak, bu Kürt mücadelesini muhatap alarak yani PKK’yı muhatap alarak demokratik açılım adı altında okullarda Kürtçe eğitim verilmesini sağlayıp, anayasada da istedikleri değişiklileri yapınca, “Kürt sorunu halledilmiş olacak ve artık PKK terörü son bulacak böylelikle ülkede istenilen barış ortamı sağlanacak” şeklinde söylemlerle milli beraberliği sağlamaya çalışıyorlar.
Bu sadece Türk halkının zekasını küçümseyip, Türk halkına hakaret etmektir.
Günümüzde terör ve saldırganlığın güçlenmesinin en önemli nedenlerinden biri, Kürtçülüğün, her geçen gün demokratik haklar ve yerel yönetimler gibi gerekçelerle meşrulaştırılmasıdır. Zor koşullar altında yaşayan Doğu ve Güneydoğu halkının bezginliğinden cesaret alarak, ayrı dil, ayrı bayrak, özerklik gibi istekleri dillerinden düşürmeyenler, PKK eylemlerini, bu eylemlere destek veren aşiret taşkınlıklarını, taş atan çocukları güya bağımsızlık savaşı olarak göstermek isteyenler ve bunları Kürt sorunu diye kamuoyuna dayatanlar, terörün siyasal hedeflerini meşru ve haklı göstermekten başka bir şey değildir. DTP de bundan cesaret alarak, “İstediklerimizi yapmazsanız, PKK eylemleri devam edecektir “ şeklindeki söylemleriyle devleti ve toplumu tehdit etmeye devam ediyor.

Her dönemde hak aramayı insan katletmek şeklinde ortaya koyan bir zihniyetin, demokratik haklardan söz etmesi hiç inandırıcı değildir. Ayrıca unutulmaması gereken bir diğer husus da, terörist başının yakalanmasından sonra son bulan PKK eylemlerinin, AKP’nin iktidara gelmesinden sonra yeniden başlatılması ve hükümetin uzun süre bu eylemleri yok sayan bir tavır takınmasıdır. Tekrar başlatılan terör eylemlerini, demokratik açılımın oluşması için, özellikle tasarlanmış bir alt yapı hazırlığı olarak düşünebilir miyiz?

Bu ülkede bu kadar çok etnik grup varken, niye sadece Kürt’lere ayrıcalık tanınması gerekiyor?

Öncelikle, bu sorunun cevabını 1920’lerin dinamiklerinde aramak gerekiyor.
Osmanlı’dan intikal eden Cumhuriyet’in 85 yıllık gelişim sürecinde devam ede gelen bir sorunla karşı karşıyayız. Bu ülkede bir Kürt sorunu varmış gibi gösteriliyor. Ancak, gerçekte Kürt sorunundan ziyade emperyalistlerin başlattığı, Kürtçülük sorunu yani, ırkçılık sorunu vardır.

Bu sorun, emperyalistlerin Osmanlı topraklarında Kürt Devleti kurup, bölge üzerindeki petrol kaynaklarına sahip olmak istemesi ile başladı. ( Kuzey Irak ve diğer bölgelerde olduğu gibi.) Osmanlı döneminde, İngilizlerin bütün hesapları Türk’lerin yenilmesi üzerineydi. Eğer olaylar bu şekilde bir seyir izlerse, o zaman Britanya emperyalistlerin gizli hayali gerçekleşecek ve bu hayal doğrultusunda, İstanbul boğazından Hindistan’a dek, Britanya İmparatorluğunun güvenliğini sağlayacak, aralarında Kürt devletlerinin de bulunduğu ara tampon devletlerin kurulması sağlanacaktı. İngiltere yöredeki emelleri doğrultusunda, Güney Kürdistan dediği Musul’u emperyal amaçlarına ithal etmek için uğraştı. Bu çerçevede Musul sorunu, Kürt meselesiyle iç içe bir boyut kazandı. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. 20 Ekim 1921 de Fransız’larla yapılan Ankara antlaşması ile Fransa ile Türkiye arasındaki savaş durumu son bulmuş, Fransa Sevr Antlaşmasını ret etmiş ve Ankara’daki hükümeti tanımıştır. İtalyan’ların da Anadolu’dan çekilişi, İngiliz’lerin hayallerine büyük sekte vurdu. 21 Kasım 1922’de Lozan görüşmelerinde İngiltere ve Türkiye arasında en büyük sorun Musul’du. Misak-ı Milli sınırları içinde kalan Musul, Mondros Mütarekesinden sonra İngiliz’ler tarafından işgal edildi. Petrol kaynaklarının üzerindeki Musul, kendi hayallerindeki Kürdistan’a bırakılan bölgedeydi. Savaş kanununa göre Musul’u alan İngiliz’ler, artık Musul’a sahipti. Geriye Kuzey Irak’taki Kürt kabileleri arasında propaganda yapıp, onları silahlandırmak kalmıştı ve bunu geçtiğimiz yüzyıl içinde ellerine geçirdikleri her türlü fırsatı çok iyi kullanarak, Kürt’leri isyana teşvik etmişlerdir. Tabi, yıllardır başa gelen hükümetlerin bu konudaki yanlış politikalarının da bu duruma ivme kazandırdığını kabul etmek durumundayız.

Sevr Antlaşmasının maddelerine bakılınca, aslında o maddelerin neredeyse tamamının gerçekleştiğini görebilmekteyiz. Antlaşma hükümlerince, Ermenistan Devleti kurulmuş (28.madde), Suriye, Musul, Kerkük, Filistin elimizden çıkmış, Filistin’de Yahudi Devleti kurulmuş (madde 94-97), Suudi Arabistan ayrı bir devlet olmuş (madde 98), şimdi geriye,antlaşmanın 63. Ve 64. Maddelerin yerine getirilmesi kalmıştır. Bu da nedir? Antlaşmaya göre, Türkiye’nin, Fırat Nehrinin doğusunda Ermenistan, Irak ve Suriye arasında kalan bir bölgede bir Kürt Devletinin oluşturulmasıdır. Şu anda İngiliz’lerden bayrağı devraldığı gözlemlenen Amerika, Ortadoğu Projesini hayata geçirebilmesi için ivedilikle bu maddelerin işlevsel hale dönüştürülmesini ve bölgede Türk Devletinin, Türk gücü olarak değil, Kürt hakimiyeti olarak bulunmasını dayatarak, ulusal bölünmenin yolunu açacak zemini hazırlamıştır.

Türkiye’de emperyalistler tarafından oluşturulmuş ve geçmiş hükümetlerin bilinçli veya bilinçsizce uyguladıkları Kürt politikaları yüzünden ortaya çıkmış ve bugün Türkiye’nin içsel problemi şeklinde nitelendirilen ama dışsal baskıyla ve konjonktürel karşı basıncın etkisiyle sorunun çözülmeye çalışılması, gerçekte yapılmak istenilenin,Demokrasi, eşitlik, özgürlük adı altında Sevr Antlaşmasının gereklerini yerine getirmek olduğunu anlamamak için gerçekten çok saf olmak gerekiyor. Kapitalistlerin neoliberal politikalarının açmazlarını çözüme kavuşturmak adına ortaya çıkardıkları proje veya projelerde Ortadoğu önemli ölçüde göze batar durumdadır. Ortadoğu problemi kapitalistlerin, daha genel bir yaklaşımla neo-liberal saldırganlığın çözmek zorunda olduğu hayati önem arz eden bir sorunsal olarak görülmektedir. Bu perspektifte batı hayranı ülkemize de önemli roller çizilmiş durumdadır. Hatta bu konuda ortaya çıkmış bir sürü hayali haritalar mevcuttur. Emperyalist odakların haince emellerinin ülkemiz coğrafyasındaki ayağının işlevsel bir hal kazanabilmesi, uygulanabilir bir kimliğe ulaşabilmesi adına siyasal-politik istikrar şart koşulmaktadır. Bugün gökten zembille inmiş gibi demokratikleşme adı altındaki liberalizme ve emperyalizme bağımlılaşma açılımlarının temelini algılayabilmek için konjonktörü iyi bir biçimde çözümlemek ve analiz etmek gerekmektedir.

Demokratik hak arayanlar, Kürt halkına kendi feodal yapıları içinde ne kadar demokratik haklar tanıyorlar?

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkes, etnik, din, dil, ayrımcılığı yapılmaksızın herkes eşit haklara sahiptir. Herkes Türk ulusunun bir parçası olarak istediği yerde yaşama hakkına ve devlet yönetimine kadar yükselebilme şansına sahiptir. Anayasamız herkese bu konuda eşit haklar sağlamıştır. Oysa ki, Kürt’lerin feodal yapıları, ağaların dışında Kürt halkına kalkınma ve toprak sahibi olma hakkını tanımamaktadır. Bu yüzden bugüne kadar hükümetler tarafından oy kaygısı yüzünden,ne toprak reformu ne de tarım reformu yapılabilmesi mümkün olamamıştır. Bu reformlar gerçekleştirilemediği sürece de bölge halkının kalkındırılması mümkün olamamaktadır ve bunun sorumlusu olarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti gösterilmektedir. Oysaki, toprak reformunu yaptırmayan, Kürt halkının haklarını savunduğunu söyleyen, bu PKK yandaşçısı toprak ağalarıdır. 1980 ‘li yıllardan beri Devletin bölgeye yaptığı para yardımlarını bu toprak ağaları, marabalarıyla ne kadar paylaştı? Kendi dillerini konuşamadıklarını söyleyip, Kürt halkının mağdur edildiğini iddia edenler bu konuda Kürt halkının haklarını savunsalar ve onlara insanca yaşamanın yollarını açsalar, çok daha inandırıcı ve gerçekçi olurlar, Türk halkından da gereken desteği görürlerdi. Aydınlarımız da Kürtler kendi dillerini konuşamıyor diye yaygara yapacaklarına, Doğu ve Güneydoğu halkının aşiretler tarafından nasıl sömürüldüklerini ve mağdur edildiklerini dile getirseler, sorunun çözülebilmesi adına çok daha faydalı iş yapmış olurlar.

Bu durumda Başbakana sormak istiyorum:

Milli beraberliği oluşturacağını söylediği bu demokratik açılımının içinde toprak reformu da var mı? Varsa dil problemini gündeme getirdikleri gibi bu konuyu da niye hiç gündeme getirmiyorlar?

Gerçekten bu açılımın iyi niyetle uzlaşmacı bir yol izlediğini savunabilmeleri için, ilk önce bu açılımın hangi çevreler tarafından, hangi çıkar ilişkileri ile ve ne şekilde gerçekleşeceğini en doğru şekliyle açıklamaları lazımdır.

Ayrıca bir başka husus daha var. 1950’lerden günümüze kadar devam eden göçler yüzünden bugün, Doğu Anadolu’nun ve Güneydoğu Anadolu’nun neredeyse tamamen boşalmış olması gerekmiyor muydu? Türkiye’nin nüfusunun 72 milyon olduğu iddia ediliyor. Nüfusun üçte ikisi büyük şehirlerde ve batı illerinde yaşıyor ise, kalan üçte birlik kesim olarak Anadolu’nun yüzölçümü dikkate alındığında, o kocaman coğrafyada biraz fazlaca kalabalık değiller mi? Şehirlerde yaşayan Anadolu halkı ise, o zaman Anadolu’da yaşayanlar kim? Yapılan resmi açıklamalarla, illerdeki nüfusun arasında ciddi farklar var. Bırakın Doğu illerini, büyük şehirlerde de bu konuda ciddi farklar görülmektedir. Sizce İstanbul’un nüfusu 15 milyon mudur? Bir, 12 yıl öncesi 13 milyonluk İstanbul’u gözünüzün önüne getirin, bir de şimdiki 15 milyonluk olduğu iddia edilen İstanbul’a bakın.Varoşların aldığı göçlerin yanı sıra, bu süre içinde yapılandıran ve bünyesinde yüz binleri barındıran uydu kentler içinde İstanbul’un yerlisi mi oturmaktadır? Bu size inandırıcı geliyor mu? Bununla beraber Doğu’da göç veren illerin aynı zamanda aynı şekilde göç aldığı gözlemlenmektedir. Başbakanın ABD’de yaptığı basın toplantısında, nihayet bir gazetecinin akıl edip, Türkiye’nin nüfusunun 72 milyon gösterilmesine rağmen 98 milyona ulaştığını sorması karşısında, Başbakanın olayı inkar etmeyip, “Ne güzel” demesi, yıllardır Doğu ve Güneydoğu’da, çevre ülkelerden özellikle Irak, İran ve Suriye Kürtlerinin Türk topraklarına kaydırılmasını ve bölgedeki Kürt nüfusunun arttırılması yönünde yapılan çalışmaları doğrular niteliktedir. Eğer hal böyleyse; Nüfus kaydırılması ile oluşturulan bu etnik kabileler gerçekten bu topraklarda hak sahibi midirler? Bu konunun üzerine gidilmesi ve toplumun bu konuda reel rakamlar üzerinden bilgilendirilmesi lazımdır.
Toplum bilincinin oluşturulmasında en önemli etken, ortak paydada din, dil, milli kültür ve paylaşılan ortak zaferler ya da ortak felaketler karşısında birlikte hareket edebilme refleksinin sonucuyla aitlik duygusunun inşa edilebilmesidir. Bu sayede millet olgusu ortaya çıkmaktadır. Toplumsal düzen kurgusunda millet olgusunun önemi, insanları bir arada tutan ortak değerlerin ön plana çıkması ile toplumu oluşturan unsurların belirleyiciliği ve yaşam modelinin tayininde etkin rolü olmasıdır.

Toplumların yönetilmesinde ve toplumsal düzenin oluşturulmasında çok önemli rolü olan ideolojilerin, artık sistem dışı kaldığını, siyasi görüşlerin hiçbir ideolojiye dayandırılmadan politik paradigmalar üzerinden yürütüldüğünü ve toplumların kavramsal algılarını (Paradigmalarını), hükümetlerin paket programlar halinde basın yoluyla ya da sosyal oluşumlar içinde bireysel hareketler üzerinden geliştiğini gözlemlemekteyiz. Bu konuda dikkati çeken en önemli husus oluşturulan siyasi görüşlerin sabun köpüğü şeklinde çok çabuk eriyip, gittiğidir. Sağlam bir zemine oturtulmayan siyasetin, uzun vadede hiçbir getirisi olmayan ve sorunlar karşısında çözüm üretemeyen, sadece günü kurtarmak ve kavram karmaşası ile toplumu içinde bulunduğu durumun idrakından uzak tutabilme gayretleri ile yaratılan suni gündemlerle, kapalı kapılar ardında halka hissettirilmeden hedeflenen sonuca oluşabilmeleri açısından oluşturulan bu sabun köpüğü politikalar ülke geleceğini ciddi bir şekilde tehdit etmektedir. Çünkü uygulanan politikalar, birleştirici ortak paydaları “bireysel özgürlükler” adı altında ortadan kaldırarak, insanları birbirinden uzaklaştırmaktadır.

Yaklaşık yüz yıldır bu ülke üzerinde oynan oyunları görmezden geldiğimiz sürece ve gerçeklerle yüzleşmekten kaçındığımız takdirde, böyle suni gündemlerle millet olarak uyutularak elimizdekileri başkalarına kaptırmaya mahkumuz.

SAADET TOKSÖZ.

21 Ekim 2009 Çarşamba

PKK'NIN KÖKÜNÜ KAZIMAMAK, BU OYUNUN BİR PARÇASI MIYDI?

PKK’NIN KÖKÜNÜ KAZIMAMAK, BU OYUNUN BİR PARÇASIY MIYDI?

Dün davul zurna eşliğinde PKK teröristlerinin karşılanmasını, bugün Yılmaz Özdil köşesinde öyle güzel anlatmış ki, okuduğumuzda gülüyoruz ama, karşımızda çok acı bir tablo var. Sanki, yapılan savaş sonucunda PKK kazanmış da, şimdi masa üstünde pazarlığa gelen bu katilleri davul zurna eşliğinde karşılıyoruz. Aslında bu gerçeği belki kabul edemiyoruz ama maalesef, bu yaşananların gerçek yüzü budur.

Görüntüleri izlerken, teröristlerin yüzünde hiçbir şekilde bir pişmanlık ifadesi olmadığı gibi, aksine zafer kazanmış bir edayla yaptıkları açıklamalarda açıkça, eve dönmeye ya da teslim olmaya değil, elebaşlarının istekleri doğrultusunda masada haklarını almaya geldiklerini ifade ettiler.

Silah bırakmak böyle mi oluyor?

Hükümet de bunu millete, “Bak pişman oldular, geri döndüler, şimdi biz onları af yasasından faydalandırıp, sizlerin arasına salacağız. Aman! Sizde bağrınıza basın” diyor.

Öyle de yaptılar. Şu anda bu katil teröristler serbest bırakıldı, aramıza salındı. Ama hala suçu ne olduğu belli olmayan bir sürü insan aylardır, Ergenekon davası sebebiyle hapis yatıyor.

Gelişen olaylara bakınca, nasıl bir oyuna getirildiğimizi şimdi daha iyi anlıyoruz.
Hem dünyanın en güçlü ordularından birine sahip olacaksın, hem de bu çapulcu sürüsüyle baş edemeyip, isteklerine boyun eğeceksin.

Bu size inandırıcı geliyor mu?

PKK yürüttüğü mücadeleyi hangi yollardan yapmışsa, bunca yıldır başa gelen iktidarlar da sorunu çözmek adına aynı yollardan feyiz aldılar. Şimdiki hükümet bu geleneği sürdürüyor diye niye kızıyoruz ki? Yıllarca PKK’nın uyuşturucu kaçakçılığına göz yuman, kara para aklamasına ses çıkarmayan, hatta şu veya bu yollarla PKK’ya silah ve yiyecek yardımı yapanlar, bugün “demokratik açılım” adı altında bize ne yapmamızı söylüyor ve bizim yöneticilerimiz de eskiden beri süre gelen bu geleneği yerine getirmek için, onların isteklerini yerini getirmeye çalışıyorlar.

Aslında bizim yıllardır savaştığımız bu çapulcu sürüsü olarak gördüğümüz teröristler değil, onları besleyip, güçlendiren, bugün aralarına girmeye çalıştığımız devletlerdir. “Tavşana kaç tazıya tut” dendi. Bu durumu yıllardır başa gelen hükümetler de, millet de çok iyi biliyordu. O zaman başa gelen hükümetler bu sorunu kökünden halletmek için, niçin bir girişimde bulunmadılar?

Sorduğum bu soruyu bir şekilde, bugün Ahmet Altan “Barışa Alışmak” yazısında cevaplıyor:

“Yirmi beş yıl savaşan bir ülke uyuşturucuya alışır gibi, alışır savaşa. Bir tür savaş bağımlısı olur. Çünkü o halkı savaşa ikna etmek, yirmi beş yıl süren bir savaşı meşru göstermek için yoğun bir propaganda bombardımanı yapılır. Düşmanın kötülükleri sıralanır, düşman aşağılanır, her konuda haksız olduğu sıralanır. İnsanlar bunları okudukça, televizyonlarda gördükçe öfke dolarlar kinlenirler. Sonra barış vakti gelir. İşte sorun o zaman başlar. Çünkü barışı destekleyecek olanlar, barışı övecek olanlar yıllardır savaşı övmüş olanlardır” diyor.

Tabi, hak aramak için silahı alıp masum insanları öldürmek çok doğal bir hak olduğundan, böyle bir durumda yapılması gereken, düşmanın yaptıklarına mazeret bulmak ve düşmanı övmektir.

Yazdığı son cümleye dikkatinizi çekmek istiyorum. “Barışı destekleyecek olanlar, yıllarca savaşı övmüş olanlardır” diyor. İşte bu nokta da kendisine katılıyorum. Yılanın başı çok küçükken ezilebilecekken, ezmeyip, bunu yıllardır ülkenin en önemli sorunu halinde gündemde tutmuş olmak, bugüne kadar başa gelen hükümetlerin bu durumdan siyasi çıkar sağlamak ve bu savaşı besleyen devletlere hoş görünebilmek için binlerce masum insanın ölmesine, sakat kalmasına göz yummuştur. Hiçbir zaman bu sorunu kökünden halletmek için bir politika uygulamadılar. Bunun seksen öncesi dış mihraklar tarafından desteklenmiş sağ-sol savaşından hiçbir farkı yoktur. Önce kaosu yarat, sonra istediğin düzeni, barış adı altında desteklediğin hükümetler vasıtasıyla oluştur.

Bu işin sorumlusu olarak sadece PKK’yı ya da onları besleyenler olarak görmek, hiç de doğru bir bakış açısı değildir. Başa getirdiğimiz insanların da bu işte çok büyük sorumlulukları olduğunu unutmamamız gerekiyor. Sizin haklarınızı mecliste savunsun diye seçtiğiniz insanlar, kimlerin haklarını savunuyor?

Belki bir çok kişiye, bunları okumak, çok bildik şeyler olduğu için sıkıcı gelebilir.

Peki, Kaç kişi bunun böyle olduğunu bilmesine rağmen çevresinde bu konuları rahatça konuşabiliyor, tartışabiliyor?

Bütün mesele de bu zaten.

Bilip de bilmemek, görüp de görmemek, duyup da duymamak….

Gerçekleri yok saymak, bize kabul ettirmeye çalıştırdıkları asla aklı başında insanların kabul edemeyeceği zeka seviyesi düşük bahanelerin arkasına sığınmak, bugüne kadar bu millete ne kazandırdı? Diye sormak istiyorum.

SAADET TOKSÖZ.

Biz gerçekten zeka seviyesi düşük bir toplum muyuz?

BİZ GERÇEKTEN ZEKA SEVİYESİ DÜŞÜK BİR TOPLUM MUYUZ?

Bugün, ülke gündemini belirleyen haber başlıklarına bakınca, nasıl bir çelişkinin ve hayal dünyasının içinde tutulmaya çalışılıyoruz? Diye sormadan edemedim. Aynı zamanda, “Biz gerçekten zeka seviyesi düşük bir toplum muyuz?” ki, böyle bir muameleye maruz kalıyoruz diye düşünmeden de edemiyorum. Yaşanan olaylara ve yapılan söylemlere bakınca, böyle bir sonuç çıkıyor.

Konuya, Başbakanın bir açıklamasıyla başlamak istiyorum.

Haber başlığı şöyle: “HALKIMIZIN VİCDANINA SÖZCÜLÜK ETTİK”

İsrail’in Konya’daki “Anadolu Kartalı” tatbikatından dışlanmasına karşılık, Başbakanın yaptığı açıklama:

“İsrail Gazze’de kitle imha saldırılarıyla kadın-çocuk demeden 1500 kişiyi öldürdü. Goldstone raporu var. Halkımızın vicdanını göz önüne aldık. Çünkü halkım İsrail’in tatbikata katılmasını istemiyordu”

SORU 1: İsrail bunu ilk defa mı yapıyordu? Yoksa siz yeni mi fark ettiniz?

SORU 2: İsrail’in Konya’daki 3’üncü ana jet üssünde eğitim ve tatbikat yapmasına, halkın isteği doğrultusunda mı karar verilmişti? Şimdi halkın istekleri doğrultusunda kararlar alınıyor.

Böyle, inandırıcılıktan çok uzak açıklamalara, insanların inanmasını beklemek ya da kimsenin inanmayacağını bilmesine rağmen konuşmak, halkın zekasını küçümsemeye çalışmak demek değil midir?

* * *

Bir başka başlık: “DOSTLUK GALİP GELDİ”

İnsanların dostluk anlayışı futbol maçına endeksli olması, medeniyet açısından ne kadar yol alındığını gösteren çok önemli bir bulgu…

Bilseydik çok daha önce yapardık!

Hatta PKK ile de dostluk maçı yapılsa da, bu problem ortadan kalksa..

“Türkiye’nin ilk golünden sonra ilk kutlama, Ermenistan Cumhurbaşkanı’ndan…”

Centilmenliğe bakar mısınız?

Diğer yandan Ermenistan halkının, imzalanan protokoller için sokaklara dökülüp, olayı protesto etmelerini sanırım kimse dikkate almıyor. Demek ki, kendi hükümeti tarafından dikkate alınmayan tek halk biz değilmişiz. Bu da bizim için bir teselli kaynağıdır.

SORU1: Protokol imzalanmasına rağmen, Türk hükümetinin “Karabağ olayı çözülmeden sınırların açılmayacağı” şartı ileri sürdüğü dedikodusuna rağmen, Ermenistan Hükümetinin bu konuda taviz vermeyen tutumu karşısında “Ne tür ya da hangi konularda bir uzlaşma sağlandı?

SORU2: En önemlisi de, eğer Ermenistan Hükümeti, Türk hükümetinin şartını yerine
getirmezse futbol maçıyla yakalanan bu dostluğa ne olacak?

SORU3: Merak ettiğim bir başka konuda, diasporadan futbol maçına katılım oldu mu? Onlar bu dostluğa nasıl bakıyorlar?

Bu sözde dostluğa halk olarak inanmak isteriz ama, “biz tarih yapıyoruz” diyenlerin, gerçekten de tarih mi yaptıklarına, yoksa bizimle kafa mı bulduklarına? Henüz karar verebilmiş değiliz.

* * *

Bana göre günün en önemli açıklaması, TÜSİAD Uluslararası Koordinatörü Bahadır Kaleağası’ndan geldi.

Başlık şöyle: “TÜRKİYE’NİN BEŞ YILDA AB’ YE ÜYELİK KOŞULLARI”

Özellikle, 1’inci madde çok ilgimi çekti.

Şöyle diyor: “ 1. Kopenhag kıstaslarına uyum: Demokrasi, hukuk devleti, laiklik, insan hakları, düşünce özgürlüğü, bağımsız yargı, özgür medya”

SORU 1. Bütün bu kriterleri biz bu hükümetle mi yerine getireceğiz?

İyi de AB’nin bize verdiği karnede, hükümetimizin icraatlarına verilen notlarda, bütün bu sayılan maddelerden sınıfta kaldığını görüyoruz. Benim aklıma şöyle bir şey geliyor. AB, ya hükümetimizin icraatlarına bakıp, kriter geliştiriyor ya da onlar da bizimle kafa buluyorlar.

Niye derseniz?

“Devam eden Ergenekon soruşturması ile hukukun egemenliği daha işlevsel hale geldi” diyerek, bize sınıf atlatırken, “Ergenekon davasında, hukuk kurallarına, özellikle sanık haklarına uyulmalı” diyerek, bizi sınıfta bırakıyorlar.

SORU 2. Şimdi biz bu durumdan ne anlamalıyız? Hukuk devleti olarak, bu konuda geçtik mi yoksa sınıfta mı kaldık?

Bence onların da bu konuda kafaları bayağı karışmış.

Bir de, üyelik koşulları için olması gereken 4’üncü maddeye de dikkatinizi çekmek istiyorum.

4. Madde: “Çağdaş, dinsel ve etnik dogmalardan arınmış bir merkez sağ ile çağdaş ve Avrupalı bir merkez sola açılan siyasal partiler yelpazesi ve demokrasi kültürü” olması gerekiyormuş.

Bundan 8 yıl önce ülkenin tek problemi ekonomik sorunlar iken, AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte, PKK terörü hortlatılarak, nur topu gibi bir Kürt sorunumuz ve Cumhuriyetin İslamlaştırılması yönünde toplumsal dönüşümler yaşatılmaya çalışılan dinsel ve etnik dogmaları bünyesinde barındıran bir siyasetimiz oldu.

SORU 3. İyi de, bütün bunlar AB-ABD’nin yönlendirmesiyle olmadı mı?

Onlar istedi. Bizimkiler yaptı. Şimdi işi niye yokuşa sürüyorlar?

Gözümüzün içine bakarak yapılan bu söylemler, aslında kimsenin toplumu dikkate almadığını, sadece “körler sağırlar birbirini ağırlar” sözüne sadık kalarak, kendi kendilerine bir hayal dünyasında yaşadıklarını gösteriyor. İster istemez de, yaşanan o hayal dünyasının yaşayan somut varlıkları olan toplumların, daha çok çile çekeceğidir. Bu anlatılanların hiç birinin toplumun yaşadığı sorunlara çözüm olmadığı, sadece kendi aralarındaki bu paylaşım savaşlarında insanların piyon olarak kullanıldığı gerçeğini görmek zorundayız.

Psikologlar, toplum psikolojisinin bozulduğunu ve toplumun ciddi bir travma yaşadığını, bundan dolayı da insanlarda davranış ve kişilik bozukluğu olduğunu söylüyor.

Her gün geçim derdinin yanında, bir de böyle insanın zekasını küçümseyen ve aptal yerine koyan söylemler karşısında insanın ruh sağlığını koruyabilmesi ne kadar mümkün olabilir ki?

SAADET TOKSÖZ.

ÖNÜZMÜZ AÇIK, YOLUMUZ AYDINLIK!

NE GÜNLERE KALDIK?

Eğer AKP veya DTP saflarında değilseniz, birliği beraberliği savunmak, Türklüğü savunmak, Türkçe konuşmayı savunmak çok ciddi suç unsuru oluşturuyor. Hele bölünmeyelim diyorsanız, yandınız. Soluğu savcının karşısında alıyorsunuz. Ülkeyi bölmeye çalışmakla suçlanıyorsunuz. En sonunda Genelkurmay başkanı İlker Başbuğ da bu durumdan nasibini aldı.

Vatana millete hayırlı uğurlu olsun!

Biz ayrı dil, ayrı bayrak, ayrı devlet isteriz diyenler, bugünlerde iyi prim yapıyor. Hükümetimiz işi gücü bırakıp, bunların isteklerini nasıl yerine getiririz diye kendini paralıyor.

Çok çalışıyorlar!!

Bu arada insanlar işsizlikten kırılıyor, iş yerleri kapanıyor, herkes cinnet geçirip birbirini kesip doğruyor, hükümetimiz demokratik açılım dedikleri ne olduğu bilinmeyen söylemlerle milli birliği sağlamaya çalışıyor.

Adamlar daha ne yapsınlar? Demokratik açılımla karnını doyurmak varken…

Bu millet de çok nankör oluyor!!!

Şu Deniz Feneri ile son durum nedir? Bilen var mı?

Umarım bu dünyadan göçmeden davanın akıbetini öğrenebilme şansına nail olabiliriz. Yoksa gözüm açık gidecek.

Son gelen haberler arasında Başbakanın kıyafetlerinin kumaşlarını Kuzey Irak’tan getirttiğini öğrenince çok mutlu oldum. Aferin!

İlk önceliğimiz, yanı başımızdaki, kuyumuzu kazan sözde devletlerin kalkınmasına yardımcı olmaktır. Millet burada işsizlikten kırılırken, büyük iş adamlarımızın devlet eliyle orada yatırımlar yaptığını öğrenmek, bizleri çok onurlandırıyor. Amerika yapılan bu iyiliğin altında kalmaz umarım…

Bankalar arası kart merkezi tarafından yapılan açıklamaya göre, bayramda son beş yılın kredi kartı rekoru kırılmış. Yani, millet olmayan parasını doya doya harcamış.

Helal olsun!!

Ülkemiz kalkınıyor!!

Neyse Cem Garipoğlu şu kafa koparma olayı ile milleti oyalayınca hükümet de biraz rahat nefes aldı. Bu arada neler kaçırdık asıl ben onu merak ediyorum. Yani, kapalı kapılar arkasında millet olarak daha nelere eyvallah dedik, ilerleyen günlerde ortaya çıkacaktır. Hani çocuğun elinden şekerini almak için bak uçak geçiyor dersin ya… Bu durum da ona benziyor. Durmadan bizi bir yerlere baktırıyorlar. Bu arada atı alan Üsküdar’ı geçiyor. Bu hazmede hazmede dedikleri böyle bir şey mi oluyor acaba?
Kültür Bakanı açılımın, Atatürk Devrimlerinin devamı olduğunu söylüyor ama devrimin içeriği hakkında tek kelime yok. Anlaşılan açılımın içeriği daha oluşturulmamış. En komiği de iktidarın, muhalefete elinde boş kağıtla gidip, siz buraya imza atın biz üstünü dolduracağız demeleriydi.

Ne kadar akıllı insanlar tarafından yönetildiğimizi görmek, beni çok mutlu ediyor!!

Siz de olun!!

Merak etmeyin!!

Sahip olduğumuz bu adalet ve kalkınmayla önümüz açık, yolumuz aydınlık!!

Aç karnına, vur patlasın çal oynasın!!

SAADET TOKSÖZ.

30 Ağustos 2009 Pazar

HANGİ ZAFERİ KUTLUYORUZ?

HANGİ ZAFERİ KUTLUYORUZ?

30 Ağustos zafer bayramı…

Bugünkü ahval ve şeriat içinde hangi zaferi kutlayacağız?
O zaman Türk milletinin karşısında eli silahlı düşmanlar vardı, bugün ise meydana çıkmaya cesaret edemeyen, kalleşçe arkadan vurmaya çalışan düşmanlar var.

Hangisi daha kolay?

Düşmanının kim olduğunu bilerek mi savaşmak? Yoksa kimle savaşmak zorunda olduğunu bilmeden boşluğa kurşun sallamak mı?

O gün ile bugün arasındaki tek fark budur. Yoksa bir şey kazandığımız yok.
Savaş hala devam ediyor ve bu defa kalelerimiz içten kuşatılmış, Truva atlarına biat ediyoruz.

Milleti bu safsatalarla uyutup, yıllardır içten içe silahla yapamadıklarını, içimize soktukları Truva atlarıyla yaptılar. Elimizde ne varsa aldılar ve biz hala ulusal egemenliğini kazanmış bir millet, kendi özgür iradesiyle hareket eden bir devlet olduğumuzu düşünüyoruz.

Düşünüyoruz da nereye kadar?

Adama sormazlar mı?

Ülke yönetimini, Avrupa’ya, Amerika’ya sormadan tuvalete gidemeyen insanların eline teslim etmişsin, bu durumda nasıl kazanılmış bir zaferden bahsediyorsun? Diye..
Neyin zaferidir bu?

İşgal edilen topraklarımızı atalarımız canları pahasına geri alıp bize emanet ettikten sonra, biz de bu toprakları kendi elimizle düşmana altın tabakta sunmamızın zafer midir?

Özgürlüğümüz için mücadele eden Kubilay’ları katleden insanlar tarafından yönetiliyoruz.

Bu millet bu gerçekle ne zaman yüzleşecek?

“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diye diye bugünlere gelindi. O yılanın bir gün gelip, bu sözün arkasına sığınanları da sokacağı, o zaman da, çoktan iş işten geçmiş olacağı gerçeğini anlamak bu kadar zor mu?

Artık, bırakalım bu züğürt tesellilerini de, bu durumdan yakamızı nasıl kurtarırız? Ona bakalım.

Gün, kutlama günü değil, mücadele günüdür.

Emanete sahip çıkma günüdür.

Kaybettiğimiz özgürlüğümüzü yeniden kazanma günüdür.

Bu milletin, hala bunu yapabilecek cesarete ve güce sahip olduğunu düşünüyorum.

SAADET TOKSÖZ

24 Ağustos 2009 Pazartesi

DARBE PARADOKSU

DARBE PARADOKSU

AKP hükümeti, iktidara geldikleri günden beri anayasada yapmak istedikleri değişiklikler ve toplumu Kemalist çizginin dışına çıkarmak için uyguladıkları politikalar yüzünden her an hükümetin düşürüleceği korkusuyla yaşıyorlar. Nitekim de, Anayasa Mahkemesi tarafından laikliğe aykırı davranışların odağı olma suçundan cezalandırılması, bu korkularının da çok yersiz olmadığı, yaptıkları uygulamaların anayasaya aykırı olduğunun bilinciyle önlerine çıkabilecek engelleri Ergenekon adı altında bertaraf etmeye çalışıyorlar. Önümüze çok komik bir senaryo koydular. Bu senaryonun temelleri iktidara gelir gelmez oluşturulmaya başlanmıştı. Çünkü onlar, politik psikoloji taktikleriyle bir karşı darbe operasyonu hazırlamazlarsa, hiçbir zaman emellerine nail olamayacaklarını çok iyi biliyorlardı. Bu sebeple, 2003 yılında Başbakan, “Elimizde çok önemli bilgiler var. Çok kişinin başı yanacak.” şeklindeki açıklamaları, bize bu senaryonun ilk ipuçlarını vermişti. Ancak Başbakan’ın ne demek istediği, kamuoyu tarafından pek anlaşılamamıştı. Daha doğrusu gözdağı verilerek hedeflenen kitlenin kimler olduğu anlaşılamamıştı. Çünkü, milli görüş gömleğini çıkardıklarını ve laik düzene karşı olmadıklarını savunuyorlardı.

Ergenekon davası toplumu yapay bir gündemle oyalamak için ortaya atılmış bir olgu olmasa da sonuçta hemen her kesimin dahil olduğu bir tartışma başlatmış ve bu, toplum içinde sınıfsal bakış açısının zayıflığı oranında hem yanlış saflaşmaların hem de bir çeşit hegemonya kurmanın aracı olmuştur. Bu, aynı zamanda toplumu yönlendirme yöntem ve araçlarının gelişkenliğinin ve bu araçların sistem tarafından ne denli başarıyla kullanılabildiğinin göstergesidir.

AKP sayesinde bir çok ilklere imza atıldı. Örneğin, milletvekili adaylığı şaibeli bir şekilde özel izinlerle seçimlere katılan ve hakkında bir sürü yolsuzluk davaları açılan bir Başbakanımız oldu. Göreve gelir gelmez ilk yapılan iş, laikliğin korunması ilkesini anayasadan çıkardılar. Bunun üzerine Başbakan, “Türkiye’de irtica tehlikesi yoktur, bu sebeple anayasada böyle bir maddeye gerek yoktur” dedi. Bir müddet sonra da Başbakan şöyle bir açıklamada bulundu. “Bu ülkede yaşayan insanların %99u Müslümandır. Hem laik, hem de Müslüman olunmaz. Ya Müslüman olacaksın yada laik” diyerek toplumun kendi içinde Müslüman ve laik diye ikiye bölünmesine sebep oldu. Halk arasında kutuplaşmanın temelleri atıldı. Bu ülkede hiç kimsenin irticai faaliyetlerde bulunmasına gerek yoktur. Başbakanın söylemleri yetiyor zaten..

Sonra dolandırıcılık suçundan yargılanan ve yargılanması esnasında bu ülkede Başbakanlık ve Dış işleri Bakanlığı yapan, daha sonra yargılanması sona eren bir Cumhurbaşkanımız oldu. Bütün bunlar olurken Cumhurbaşkanımızın eşi, anayasamızı AHİM e şikayet ederek Türkiye Cumhuriyeti Devletinden davacı oldu. Şu anda Çankaya Köşkünde, Cumhurbaşkanı eşi olarak Türkiye Cumhuriyeti Devletini temsil ediyor.Yalnız, Türbanın kamu alanında giyilmesi, anayasamızda kılık kıyafet kanununa göre hala suç saylıyor ama bu yasa bu hükümetin eşlerini kapsamıyor.

Yargı tarafından dolandırıcılık suçu kesinleşmiş olan Erbakan’ı Cumhurbaşkanımız kıyamadı affetti. (İkisi de aynı suçtan yargılanıyorlardı.) İç edilen trilyonların akıbeti bilinmiyor. Bu arada suçunun ne olduğu dahi açıklanmayan laik rejimi savunan insanlar, Ergenekon soruşturması adı altında 1 yıldan fazla bir süredir hapiste yatmaktadırlar. Suçlu olup olmadıklarını anlamak için, davanın gidişatına göre daha birkaç yıl içerde yatacak gibi görünüyorlar. Peki, bu insanlar dava sonunda suçsuz bulunurlarsa o zaman ne olacak? Toplum nezdinde terörist ilan edilen bu insanların beraat etmeleri halinde kırılan onurları ve kaybedilen prestijlerini, eskilerin deyimiyle iade-i itibarı nasıl kazanacaklar? Suçlu olmadığı bir konuda beraat etmek, o kadar zaman hapiste çekilen sıkıntıların bedeli olarak ödül mü olacak?

Tam bu esnada, bu sorular içinde boğulurken, Anayasa mahkemesi başkanımız Haşim Kılıç’ın açıklamaları geldi.

Anayasa başkanımız açıklamalarında şöyle diyordu:

İSTEDİĞİMİ YAPARIM OLMAZ.

Demokrasilerde elbette egemenlik halka aittir ama egemenliği kullanan siyasi otorite sınırsız değildir. Anayasa mahkemeleri, halk iradesi sonucu ortaya çıkan yasama ve yürütme organlarını sınırlandırmak için kurulmuştur. Bu mahkemelerin meşruiyeti de temel hak ve özgürlükleri korumak amacıyla çoğunluk iktidarını sınırlandırma işlevinden kaynaklanır.

Burada başkana sormak gerekiyor. Hal böyleyse, o zaman insanların temel hak ve özgürlükleri hiçe sayılarak, insanları dinleme kararları çıkarılırken neredeydiniz?

TÜRBANDA YANLIŞ YAPTINIZ.

Demokratik anlayışın zorunlu kıldığı ‘karşı dengelerin sağlanması’ toplumsal uzlaşmayı, dolayısıyla sorunların çözümünü kolaylaştırır. Nitekim sayısal çoğunluğun bağlı olarak her toplumsal sorunu, karşı dengeleri gözetmeden anayasal norm bazında çözme girişimleri, yakın zamanda onarılması çok zor tarihi hataların yapılması sonucunu doğurmuştur.

Bu nasıl bir yaman çelişkidir ki, AKP’nin kapatılma davasında mahkeme üyelerinin çoğu AKP’ yi suçlu bulurken mahkemenin başkanı olarak bu düşünceleri doğrultusunda hareket etmemiş ve boş oy kullanmıştır? O zaman durumun farkında değildi de yeni mi idrak ettiler?

ERGENEKONDA SUÇ İŞLENİYOR.

Yargı kararı olmadan suçlu ilan edilen insanların onurları yok edilmektedir. Bu bir insanlık suçudur. Yasaları uygulama aşamasındaki özensizlikler, onarılması güç yaralar açmaktadır. Açıkça suç olmasına rağmen yargıyı etkileme ve yönlendirme çabaları halen devam etmektedir. Savcılarımızın işlenen bu suça karşı hareketsizliği ise düşündürücü ve üzücüdür.

Asıl düşündürücü ve üzücü olan, hukuksuzluğu, adaletsizliği kendine düstur edinmiş Adalet ve Kalkınma Partisinin icraatları karşısında hukuksal sistemin işletilemediğini en yetkili ağızdan duymak, toplumu ciddi olarak ümitsizliğe düşürmektedir. Artık sosyal adaletin ortadan kalktığını, diktatörlük rejiminin hakim olduğu ve kendilerinden olmayanlara yaşama hakkı tanımayan bir zihniyetle yönetiliyor oluşumuz ve bunun karşısında hiçbir şey yapılamıyor oluşu, artık Osmanlı’nın son dönemlerinde yaşadığı çaresizliği, biz de Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak yaşadığımızın en bariz göstergesidir. Bununla beraber, bütün bunları yaparken her an darbe olacak paranoyasıyla askeri yıpratma ve toplumun gözünde prestij kaybetmesi için sürekli asılsız darbe planları, belgeleri kamuoyuna sunulup, Hitler mantığı güdüp, Polis-Devlet gücünün oluşturulmasına çalışılıyor. Askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasını öngören düzenlemenin ardından topluma, artık güvendiğiniz dağlara kar yağacak mesajını veriyorlar. Türkiye Cumhuriyeti Devletini ortadan kaldırmaya çalışanlar, bu cumhuriyeti, canları pahasına “koruyup, kollamaya” çalışan askerleri terörist diye yargılayıp, Genelkurmay başkanı İlker Başbuğu’n da söylediği gibi iç mihraklar tarafından sürdürülen psikolojik savaş askere olan güvenin sarsılması için mücadele veriyorlar.


TÜRK HALKINA SORUYORUM

Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), Türkiye Cumhuriyeti Devletini içten ve dıştan gelecek olan tehditlere karşı savunma vazifesini üstlenmiş olan silahlı devlet kuvvetidir. Yaptırım gücünü Türkiye Cumhuriyeti anayasasından alır.

Merak ediyorum. Dıştan gelecek saldırılar bellidir. İçten gelecek tehditler nelerdir?
Farz edelim siyasiler ülkeyi bölünmeye, parçalanmaya götürürse, (Demokrasi çerçevesi içinde) buna kim dur der ve engel olur???

Anayasa mahkemesi tarafından yargılanıp, laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğu kararı çıkmış ve bunun sonucunda cezaya çarptırılmış bir partinin iktidarındaki hükümet, laik bir rejimle yönetilen bir devleti layığı ile yönetebilir mi?

Türk ordusu için, terör ve irticai eylemler devletin ve milletin bütünlüğü için tehdit oluştururken, iktidardaki hükümet için tehdit oluşturmuyor ise; devletin bütünlüğüne yapılmış saldırıları bertaraf etmeye çalışan askerlerimiz hükümet tarafından vatan hainliği şeklinde nitelendiriliyor ise; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni koruyup ve kollamakla görevli olan TSK, içerde oluşan bu tehditlere karşı bu devleti nasıl koruyacak?

Ayrıca AKP iktidarındaki bu hükümet niye sürekli askerin kendilerine darbe yapacağı endişesi içindeler? Bundan önceki hükümetlerin böyle bariz bir şekilde ortaya çıkmış endişeleri olmuş muydu?

Her şeyden önce Türk halkının bu sorulara cevap araması lazımdır.
Aslında gerçekleri görmek isteyenler için bu soruların cevabı gün gibi ortadır.
Darbelerin temel nedeni, emperyalizmin ve işbirlikçi burjuvazinin ihtiyaçları dahilinde sistemin yeniden düzenlenmesi ve egemen sınıf ilişkilerini tehdit edebilecek toplumsal mücadelenin bertaraf edilmesidir.

Peki! Bugün mevcut düzeni değiştirmek isteyenler kimlerdir? Daha doğrusu gerçekte darbe yapmak isteyenler kimlerdir?

Laik rejimi korumaya çalışan asker mi darbe yapmak istiyor? Yoksa laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmuş iktidar partinin hükümeti mi darbe yapmak istiyor?
1980’lerden sonra ABD, askeri diktatörlüklere karşı gelişen halk tepkisi nedeniyle kendisine bağımlı ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de bir darbeyi ihtiyaç olmaktan çıkaracak düzenlemelere gitti. O tarihlerde burjuvazi el değiştirdi. 12 eylül öncesindeki tekelci burjuvazi bir kesimine kadar daralınca, onun dışında kalan kesimler de alabildiğine genişleyip, güçlendi.1990’lara gelindiğinde Türkiye’de tekelci burjuvazi daha önceki konumuna göre çok daha fazla güçlenmiş, toplumu tepeden tırnağa biçimlendirecek hale gelmiş ve AKP’ye hareket alanı sağlamıştır. Artık o konjonktürde tekelci burjuvazinin her tıkandığında önünü darbelerle açma şansı büyük oranda ortadan kalkmıştır. Çünkü artık devleti tamamen idaresi altına almış, çok daha geniş bir yelpazede varlık gösteren burjuva katmanlar var.
AKP ve onun arkasındaki egemen sınıflar Cumhuriyet Mitinglerinin hazırlık sürecinde boş durmamış, bu hareketi etkisizleştirebilmek için kapsamlı bir hazırlık yapmış ve uygun bir konjonktürde Ergenekon Davası’nı devreye sokmuştur. Ergenekon, sanıkların nitelikleri itibariyle homojen bir dava değildir. Burada iki temel amaçtan söz edilebilir; birincisi, kendi duruşunu ve emperyalizmle ilişkilerini meşru kılıp, arkasına kitleleri toplamak; ikincisi, davayı çatıştığı sermaye kesiminin temsilcilerinin üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallayarak onları dize getirmek. Diğer bir ifadeyle AKP, bir kötülüğü tasfiye etmekten çok, o kötülüğü tasfiye ediyor gibi görünmenin meşruiyetini arkasına alarak, en antidemokratik duruşuna rağmen kitleleri yedeklemek amaçlıyor.

Amaç, belirtildiği gibi gerçekten bugüne kadar kimsenin üzerine gidemediği çeteleri çökertmek olsaydı, Susurluk dosyasının raftan indirilerek ciddi bir yargılamadan geçirilmesi bile ciddi bir ihtiyacı belirli oranda karşılardı. AKP ise, tam aksini yaptı; işin içine 1 milyon kişinin dinlenmesine dayalı telefon kayıtları, yarım milyon sayfa belge v.b. girince konu aydınlanmış değil, tam aksine boğulmuş ve hedef dağıtılmış oldu. Dava öyle bir hale getirildi ki, AKP’ye muhalefet eden herkese Ergenekoncu şüphesi düşürüldü. Sonuçta öyle apolitizasyon bir ortam yaratıldı ki, herkes gölgesinden korkar oldu.

Sistem artık fiziki imha yöntemlerinden çok, algıyı yönlendirerek kişiyi taraf kılma, kazanma yöntemine başvuruyor. Bu şekilde solda duran veya aydın kimliği ile duran pek çok kişi farkında olmadan sisteme yedeklenmiş ve sistemin hizmetine girmiş hale getirilebiliyor. Böylece sınıfsal bakış açısı dağıtılabildiği oranda, gerçekte sınırları belli olmayan bir hedef, Don kişot’un yeldeğirmenleriyle mücadelesi gibi bir soyut bir düşman yaratılarak bunun etrafında taraflar üstü, sınıfsallık dışı bir buluşma gerçekleştiriliyor.

SAADET TOKSÖZ

8 Temmuz 2009 Çarşamba

POLİTİK PSİKOLOJİNİN TOPLUMLAR ÜZERİNDEKİ UYGULAMASI

POLİTİK PSİKOLOJİNİN TOPLUMLAR ÜZERİNDEKİ UYGULAMASI

“Toplumun görünmeyen mekanizmasını işleten kişiler, ülkelerin gerçek yönetici gücünü meydana getiren hükümeti oluşturuyorlar. Zihinlerimiz, adını hiç duymadığımız kişiler tarafından şekillendiriliyor.”
Walter Bernays - Propaganda

Politik psikoloji, uluslar arası ilişkilerde ve toplum yönlendirilmesinde kullanılan en önemli silahtır. Toplumu yeniden yapılandırma sürecinde, kavramsal algılamaların (Politik paradigmaların) ve milli duyguların oluşturulması için kullanılan alt bilim dalına Politik Psikoloji denmektedir. Psikopolitika, jeopolitiğin az bilinen bir koludur. Daha az bilinir çünkü “zihnin ıslah edilmesiyle” ilgilidir.

Bütün uluslar arası ilişkilerde en çok görülen özellik, büyük zaferlerin ya da büyük travmaların alevlendirildiği gözlemlenir. Dünya siyaseti ve devletlerin kendi içindeki yönetimi bu konular üzerinden şekillenmektedir. Alevlendirmenin nedeni toplum için kritik bir zamanda ya da değişim dönemlerinde biz kimiz sorusunu gündeme getirip, ortaya çıkan kaosla yeniden yapılanmanın temellerini oluşturmaktır. Bu nedenle ekonomik ve politik planlar yapılırken toplumun içinde ne gibi psikolojik süreçlerin hakim olduğunu ve toplumu nereye yönlendirdiğini belirleyici parametreler oluşturup, toplumsal grup dinamikleri üzerinden hayata geçirilir. Bu parametreler coğrafi,etnik, dini,ekonomik, politik ya da tarihsel özellikler taşır. Hükümetlerin yarattığı sosyal kaosun ve karmaşanın amacı, insanda ikilemler yaratmak ve çelişkiye sebep olmakla, tüm nüfus kontrol altına alınabilir.

İnsan tarihinin başlangıcından beri insanların gruplaştığını ve iktidar olma güdüsüyle birbirleriyle çatıştığını biliyoruz. İnsan aklı geliştikçe ve de nüfus kalabalıklaştıkça, bu çatışmalar aitlik duygusunu, sahiplenmeyi, kişisel kimliğin yanında toplumsal kimliği de ortaya çıkarır. Toplumsal kimliğin gelişmesiyle birlikte kişilerin milli duyguları da gelişir. Normal zamanlarda herkes aynı şemsiyenin altında yaşadığını fark etmez. Ancak, ortak paydalarda ortaya çıkan felaketler veya zaferler karşısında toplum olarak gösterilen reaksiyonlar, siyasi oluşumların da ortaya çıkmasına sebep olur. Böylelikle insanları bir arada tutan ortak değerlere sahip çıkmak ve korumak güdüsüyle liderler ortaya çıkar ve toplumları yönlendirirler. Bizim bu konudaki en büyük şansımız, Osmanlı Devleti çökünce büyük bir travma yaşayan Osmanlı toplumunun başına Atatürk gibi bir liderin gelmesidir. Dış güçlerin Osmanlı Devletini hem ekonomik hem de toplumsal açıdan etnik bölünmeleri oluşturan politikaları ile kullandıkları argümanlar sayesinde, toplumu bir arada tutan dinamikleri ortadan kaldırmış ve kaos ortamı yaratmıştı. Atatürk, toplumu içine düştüğü travmadan, yeni bir kimlik ve de devlet oluşturarak kurtarmıştır.

Kemalist devrimle gelen milliyetçiliğin ana unsurlarına baktığımız zaman:

1-Ulusal bağımsızlığa dayandırılmış bir ortak eylem,

2-Din ve ırk paydalarında değil, ortak dil ve ortak kültür paydalarında birlikte
olmak,

3-Toplumlara karşı aşağılayıcı değil,kucaklayıcı olmak,

4-Aynı coğrafyayı paylaşan halkların kaderinin aynı olacağı bilincinin oluşması ve birlikten kuvvet doğar sözünün doğruluğu ekseninde bir olmak şeklinde vurgulanmaktadır.

Osmanlının oligarşi ve şeriat rejimiyle ümmet olma fikriyle bütünleşmiş bir toplumu, bağımsız bir ulus olma düşüncesi ekseninde buluşturan bu maddeler, farklı ırkları bir arada tutabilecek ortak paydaları çok doğru belirlenmiş ve hayata geçirilmesi açısından uygulanan yeni kimlik ve bu kimliğin, kazanılmış kurtuluş savaşının zaferiyle payelendirilip, yüceltilmesiyle toplumu yeniden ayağa kaldırmış ve dünyaya,kazanılan zaferi Türk ulusunun zaferi olarak lanse edilmiştir.

Yüzyıllardır kahramanlıklarla dolu bir geçmişe sahip olan bir toplumun, aldığı büyük yenilgiler ve kayıplar sonrası ortaya çıkan toplumsal travmayı Atatürk ve arkadaşları ortaya koydukları bağımsız ulus olma fikrini politik psikoloji sanatını çok iyi kullanarak, bozulan toplum psikolojisini yeniden düzeltmek için süreç talimatlarını (Hipnozda kullanılan bir kavramdır; Bilinç altına düşünce tohumlarının ekilmesine yarar.) devreye sokmuş, bu düşüncenin çok kısa zamanda topluma algılatılıp kabul görmesi açısından zaman geçirmeden devrimleri hayata geçirip, yazdığı büyük eseri Nutukla da toplumun kırılan gururunu yeniden tamir edip, Türk milleti olgusunu hem kendi toplumuna hem de dünyaya kabul ettirmiştir. Atatürk’ün bu tavrı, dünya çapında ne kadar büyük bir devlet adamı olduğunun en önemli göstergesidir.

Son yıllarda politik psikoloji bizde toplum mühendisliği adı altında şekillendirilmektedir. Bu da, derin devletin uygulamaları arasında yer alan ve toplumu hem siyasi hem de milli açıdan tek kutuplu yeni dünya düzeni sistemine hizmet eden bir anlayışla yönlendiren, Atatürk’ün ulus olma anlayışına karşıtı oluşturacak şekilde toplumu etnik kimlikleriyle ayrıştırma ve bölme çabalarıyla yeni bir yapılanmanın peşindeler. Bunun için de, ulusu bir arada tutan Kemalist devrimlerinin içi boşaltılıp, yerine federatif bir yapının oluşturulması çabaları vardır.

Toplumsal bölünmeleri oluşturan unsurları öncelikle, ABD Devletinin kurgulanmasından sonra ortaya çıkan Yeni Dünya Düzeni adı altında oluşturulmuş politikaların ve bunun üzerinden yeniden yapılandırılan dünya ekonomilerinin üzerinden ele almak gerekir.

“World Economic Forum: Comitted to Improving the State of the World”

Bu cümlenin Türkçe karşılığı, “Tek Dünya Devletinin Geliştirilmesine Adanmıştır.” demek oluyor. Bu cümleyi çok sıkça Davos toplantılarının afişlerinde görebilirsiniz. Şimdi bunun konumuzla ne ilgisi var? diyeceksiniz. Aslında çok ilgisi var.
George Friedrich Hegel (1770-1831), çoğunlukla “Hegel Diyalekti,” diye bilinen İlluminati Felsefesini geliştirmesiyle tanınıyor. Hegel’e göre tarih üç basamaklı bir değişim süreciydi: Tez, Antitez ve Sentez.

“Bir toplumun halihazırda yönetim biçimi, yani tez aşamasında, krizler ortaya çıkar ve halkta korku had safhaya ulaşır. Yaşanılan ümitsizliği, korkuyu ve bazen de paniği gidermek için bunun karşıtı bir durum yaratılmalıdır. Kendisine tamamen zıt yönetim şeklinin veya toplumsal tarzın ortaya çıkması, Hegele göre bu karşıt durum antitezdir. Bunlar taban tabana karşıt sistemler olduğundan sorunlara farklı gözlerle bakarlar ve böylelikle tez ve antitez birbirleriyle savaşmaya başlarlar. Bu sosyal sürecin üçüncü aşamasında, probleme uzlaşmacı bir çözüm, yani sentez getirilir. Eğer tez ve antitez uzun süre birbirlerini yok etmeden savaşırsa her iki taraf da melez bir toplum ve yönetim değişimine yol açar ki, buna da Hegel sentez adını verir. Bu dengede olma durumu, yeni Tez olur. Bir kez daha karşıtlıklar ortaya çıkar ve böylece Dengede yavaş yavaş ilerleme kaydedilirken, çarpışma ve kaos devam eder.”
(C.W.F. Hegel, The Philosophy of history.)

Hegel, toplumların bu formül içerisinde idare edilmelerini tasavvur ediyordu. Devamlı bir savaş ya da savaş tehdidi Hegel’in kuramlaştırdığı bir anahtardı.1820’li yılların başından beri İlluminati yöneticileri, (bunlar aynı zamanda Davos’ta bir araya gelen dünya finans örgütlerinin yöneticileri olarak karşımıza çıkıyor) Hegelci felsefeyi bir formül olarak benimsemiş ve İlluminati uygulamalarının en önde gelen kuramı haline getirmişlerdir.

Bu kuramı uygulamak için,1848 de “İlluminati’nin Oniki Haklı Adamlar Birliği” diye bilinen çok gizli bir seçkinler grubu Karl Marks’ı Komünist Manifestoyu yazması için finanse etti. Böylelikle tez kuramsal olarak yaratılmış oldu. Bunun karşıtı olarak anti-komünizmi destekleyerek kapitalizmle de antitezi oluşturdular. Bu savaşın sonunda oluşturmaya çalıştıkları sistem, dünyanın en çok tanınan siyasetçilerini, bankacılarını, genel müdürlerini, mühendisleri ve dini liderleri koordine eden ve uluslar arası sınırları aşan bir topluluk meydana getirip, dünya ekonomisini ve ülkelerin sahip oldukları ekonomik kaynakları tek elden yönetme şekline “Dünya Hükümeti” adı altında bir sentez modeli oluşturmaya çalışıyorlar.

Her ülkede politik psikoloji merkezleri “derin devlet”in kontrolü altında görev yapar; derin devletin verdiği görev alanı dışında faaliyet gösterilmesi mümkün değildir. Derin devletin gerçek yöneticileri de Siyonistler olduğu biliniyor. Toplum psikolojisi ve kavramsal algılamaları istenilen yönde geliştirip, toplum bilincini istedikleri biçimde geliştirebiliyorlar.

Noam Chomsky ( dilbilimci, sosyolog ), son iki yüzyıldır yaşananları öğrenmenin genel bir tarih bilgisinden öte, bugün neler olduğunu ve mevcut işleyişin farkına varma adına önemli olduğunu belirtmektedir. Amerikan yaşamının zihinleri alt üst eden ideolojik baskısından özgür olmalıdır diyen Chomsky, ABD’de Devletin üst kademelerinin ve büyük şirketlerinin düşünceyi ve düşünen halkı düşman gördüklerini, bunun için halkın düşüncelerini kontrol etmek için çaba sarf ettiklerini, sosyalist düşüncenin diğer ülkelere göre çok düşük olduğunu örnek olarak ABD gibi büyük bir devletin sadece emperyalist bir Belediye Başkanına sahip olduğunu, düşüncelerin kontrolü için medyanın kontrol edildiğini, toplumun depolitize olmuş bir yapıya sahip olduğunu, bu nedenle toplum genelinde dini bağlılığın diğer ülkelere göre daha yüksek olduğunu belirtmektedir. Bu kontrol mekanizması nedeniyle Chomsky’nin aralarında bulunduğu muhalif entelektüeller medyada yer edinememekte, düşüncelerini geliştirecek ortamlardan yoksun bırakılmaktadırlar.

Nasıl? Bu anlatılanlar size tanıdık geldi mi?

Bu tespitlerden sonra yola çıkarak, Türkiye Cumhuriyeti’nde devlet yöneticilerin ülkeyi yönetmek adına ortaya koydukları devlet politikalarının, Chomsky’nin ileri sürdüğü ABD politikalarıyla birebir örtüştüğünü ve ülkemizde önce komünist-antikomünist kaosundan sonra kapitalizm sentezi süreci içinde 1980 ihtilali sonrası yeniden şekillendirilen toplum yapısında, özellikle depolitize edilmiş, düşünmeyi ve sorgulamayı ortadan kaldırmış eğitim sisteminin oluşturulmasına ve toplumun düşünce yapısını kontrol altında tutacak dinamiklerin (Liderlerin halkın üzerindeki yönlendirici etkisi ve medyanın devlet politikaları doğrultusunda halkı yönlendirmesi) güçlendirilmesine önem verilmiştir. Sadece tüketime yönelik toplumu gettolaştırarak, böylesine bir kısır döngü içerisinde toplumun içe dönük olan muhafazakar yapısından faydalanmak suretiyle, bugünkü siyasi oluşumların alt yapısı hazırlanmıştır. Bu bize, ABD’deki yeni muhafazakarların politik programı ile Türkiye’de AKP ve Fethullah Gülen cemaatinin politik hedefleri arasındaki uyumu ve paralelliği göstermektedir. Nasıl ki, ABD’deki yeni Evangelistler ve Hristiyanlar köktendincilerle bir ittifak halinde ise, işler burada da böyle yürütülmektedir.
AKP’nin tek başına iktidarı ele geçirmesinden sonra tekrar laik-antilaik ve etnik kimlik bölünmelerini tetiklemeleri ile ülkede sosyal kaosun oluşmasına sebebiyet vermeleri, bu kaosun akabinde yeniden bir yapılanmanın peşine gidileceğini işaret etmektedir. Uyguladıkları bu politik psikoloji taktikleri ile toplumun sahip olduğu milli değerlerinde bir çözülmeye gidilmesi halinde ulus anlayışının ortadan kalkması ile ulus-devlet bütünlüğünün toplum nezdinde bir hükmü olmayacağının çok iyi bilincindeler. Bunun için de faşist bir zihniyetle, önlerine çıkacak her türlü engeli aşmak ve halkın kafasında ikilem oluşturmak için laiklik karşıtı söylemlerle Atatürk devrimlerinin gözden düşürülüp, bu devrimlere sahip çıkan her türlü kişi ve kuruluşları Ergenekon adı altında darbeci ilan edip, kendileri bir sivil darbe girişiminin öncülüğünü yapmaktadırlar. Bu projenin hedefi, güçlü Ortadoğu ülkelerini kendi içinde bölüp, Büyük Ortadoğu Birleşik Devletlerini kurgulayıp, yeni dünya düzeni anlayışına göre, tek kutuplu “Dünya Hakimiyetini” kurgulamaktır. Bunun yolu da, öncelikle Türkiye Cumhuriyeti Devletini ortadan kaldırmaktan geçiyor. Çünkü öyle bir coğrafyada yaşıyoruz ki, dünya Toryum rezervinin %90’ı burada, bor madenleri, petrolü, yer altı zenginlikleri ve su kaynakları var. Asya ile Avrupa’yı birbirine bağlayan köprünün başındayız. Kısacası dünyanın en güçlü ülkesi olabilecek konumdayız. Bunun da bir bedeli var. 60 yıldır başa gelen yöneticiler, kişisel menfaatleri uğruna bu bedeli, dışarıdaki işbirlikçileri ile birlikte Türk toplumuna ödetiyorlar.

Bizi yönetenler, gerilim politikası izliyorlar. Cumhuriyetin oluşturduğu temel kimlik özelliklerini tahrip etmeye yönelik girişimler içinde bulunup, toplumu bu konuda kullanıyorlar. Din ideolojik bir araç olarak kullanıldığı zaman, mutlaka bölünmeye yol açar. Bir siyasi partinin iktidar olması halinde, artık ideolojisini bir kenara bırakıp, devlet bilinciyle hareket etmesi gerekmektedir.

22 Mayıs 2009 Cuma

ATATAÜRK'ÜN ALEYHİNDE OLUP, GENÇLİK BAYRAMI KUTLUYORLAR

ATATÜRK’ÜN ALEYHİNDE OLUP, GENÇLİK BAYRAMI KUTLUYORUZ.

Bu bayramın adından da anlaşılacağı gibi Atatürk’ün gençlerimize emanet ettiği bu ülkeyi, yıllardır gençliğe yani insanlığa hiç bir gelecek sunmayan politikalarla milyonlarca insanı ümitsizliğe düşürüp, sonra kendi hedefleri için bu insanları ümit vaat ederek satın almaya çalışarak insanlık ayıbı yaşatan bir zihniyetle 19 Mayıs Gençlik ve Spor bayramını idrak ediyoruz.

Yıllardır eğitimin bir çözüm olmadığını, kısa yollardan para kazanmanın çok daha önemli olduğu vurgulanarak, her dönem gençliğin önünü kapatıp, sonra da bunlardan ülke değerlerine sahip çıkmaları, ülkeyi çağdaş medeniyet seviyesine ulaştırılmaları beklendi.

Sonuç; bugün çağdaş zihniyeti darbeci ve hükümet aleyhtarı şeklinde görenler tarafından yönetiliyoruz.

Nerdeyse, “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözünün suç sayıldığı bir ortamda, Atatürk’ün gençlere armağan ettiği bu bayramı hangi ilkelere dayanarak kutlanması gerektiğini artık gençler de kafası karışmış bir şekilde anlayamaz olmuşlardır. Kaç yıldır yöneticilerin, gösterilerde kızların kıyafetlerini müstehcen bulmaları sebebiyle merkezden uzak bölgelerde 19 Mayıs kutlamalarının yapılmasına izin vermeyişleri gerçekten çağdaş medeniyet seviyesine geldiğimizin en çarpıcı örneğidir. Son 6 yıldır ilköğretim müfredatına gayri resmi olarak Cuma namazlarının ve peygamberin doğum günü kutlamaları da eklenmesi çocukların gelişimindeki en önemli açık kapanmış oldu. Bazı okullarda, bazı öğretmenler tarafından Atatürk aleyhinde yapılan eğitim anlayışları yüzünden bu çocuklar, 23 nisan ve 19 mayıs bayramlarını hangi anlayışla kutladıkları benim için merak konusudur.

Artık bir şeylerin farkına varmış insanların ve gençlerimizin bu duruma bir son demesi için, daha bilinçli ve daha doğru seçimlerle ülke geleceğine sahip çıkması lazımdır.

Her şeyden önce üniversitelerden siyasetin çıkarılması ve dış güçler tarafından ülke aleyhinde casusluk yapılması çok müsait olan bütün misyonerlik okulların kapatılması gerekmektedir. Amaç sadece eğitim ve bilim olmalıdır.

Partizan bir anlayışla insanlara iş imkanlarının oluşturulması artık son bulmalıdır. Adama göre iş değil, işe göre adam yetiştirilmesi lazımdır.

Ülke kaynaklarının yabancıların elinden geri alınıp, çok iyi eğitilen ama işsiz dolaşan gençlerimize devlet teşviği ile imkanlar sunup kendi kaynaklarımızı kendi şirketlerimiz tarafından idare edilmelidir.

Laik, sosyal hukuk devleti olduğumuzu iddia ediyorsak, bu sadece lafta değil, işleyişte de böyle olmalıdır. Siyasi çıkarlar yüzünden bu sisteme sekte vurulmamalıdır. Sosyal güvencenin sağlandığı, yargının bağımsızlığı ve eğitimin siyasallaştırılmadığı bir yönetim şeklinin hakim olması gereklidir. Devletin dili, kimliği ve yönetim biçimi (rejimi) tartışmaya açılıp, ülke içinde bölünmelere sebebiyet verecek politikalardan uzak durulması gerekmektedir.

Bütün bunlarla birlikte, bu ülkede daha düzeltilmesi gereken çok şey var. Özellikle de dış politikaların oluşturulmasında her türlü ülke menfaatleri, kişisel menfaatlerin üstünde tutulup,ülke menfaatlerine ters düşecek bir takım yaptırımlara boyun eğilmemesi, meclis kürsüsüne çıkıp yemin eden kişilerin unutmaması gereken en önemli kuraldır. Aksi davranışlar, anayasamızda da belirtildiği vatana ihanet suçunu da beraberinde getirir.

Geleceği aydınlık bir ülke için, gençlerimize gelecek hazırlayan, onların önünü açan Atatürk devrimlerinin devamcısı ve bu devrimleri daha da geliştirip güncelleyecek bir zihniyetle bir yönetim şekline ihtiyacımız vardır. Ancak o zaman ülke olarak refaha ulaşabiliriz.

Bunun için de bu yeni dünya düzeni altında siyonist düzenin ortadan kalkması lazımdır.

Atatürk, gençliği ülke geleceğini ve Cumhuriyetini korumak ve kollamakla görevlendirmiştir. Onlara bağımsız olma ruhunu aşılamıştır ve izleyecekleri yolu belirlemiştir. Bu yüzden de yeni dünya düzenine ihtiyaçları yoktur. Türk milletinin görmesi gereken gerçek budur.

19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramınız kutlu olsun.

SAADET TOKSÖZ
19 MAYIS 2009

30 Mart 2009 Pazartesi

YERELSEÇİMLERİN SONUÇLARI ÜZERİNE....

YEREL SEÇİMLERİN SONUÇLARI ÜZERİNE...


Toplum üzerinde, dindar insanın yolsuzluk, haksızlık yapmayacağı, halkın haklarını daima gözeteceği şeklinde oluşturulan paradigmalar sayesinde muhafazakar yapısıyla iktidara gelen AKP'nin bu paradigmalara ihanet etmesi sonucunda kendilerinden son derece ümitli olan seçmenlerine yaşattıkları hayal kırıklığının bedeli olarak bir fatura ödemeye başladıklarının işaretidir. Ortaya koydukları icraatları ve poilitik tavırları itibariyle bu paradigmanın doğru olmadığını, ahlaklı olmanın dinin bir getirisi olarak görülemeyeceğini, bunun sadece kişilerin karakteristik özelliklerine ve sahip oldukları genel ahlak anlayışının toplumun öngördüğü kurallar çerçevesinde geliştiğini bir kere daha toplum nezdinde gerçek yönüyle ortaya çıkmıştır. Bunun en büyük kanıtı ise, halkın doğruluğuna inandığı Kılıçdaroğlu'nu iktidara getirme çabasıdır. Demek ki, yozlaşan toplum yapısına rağmen hala doğruluk ve dürüstlük çok iyi prim yapıyor. AKP her ne kadar da varoşlardaki hakim gücünü elinde tutuyor olsada, büyük illerin merkezlerinde elde ettikleri tepki oylarını laikliğe aykırı eylemlerin odağı olma cezasından sonra ve Ergenekon davasında ortaya koydukları faşizan tavırları bir de ortaya çıkan yolsuzluklar sebebiyle, inandırıcılıklarını yitirmişlerdir.


Polis-Devlet anlayışıyla ülkenin tüm siyasi odakları üzerinde ve Devletin tüm kurumları içinde hakim olmak düşüncesiyle yürüttükleri siyaseti, daha sonra kapatılma korkusu ve hükümetin düşürülmesi endişesi içinde, kendilerine karşıt olan gruplara uyguladıkları baskılar ve kendilerine oy vermeyen %53'lük kesimi, gözümüz üzerinde şeklinde verdikleri mesajlarla korkutarak sindirmeye çalışmaları, toplumu ümitsizliğe düşürmüş, bunun sonucunda da yıllardır sandığa gidip oy vermeyen insanları bile harekete geçirmiştir. Aslında bu sevindirici bir durumdur. Çünkü uzun yıllardır ortaya konulan başarısız yönetimler yüzünden ve yitirilen ideolojiler yüzünden artık toplum siyasetten uzaklaşmış, siyasi partilere olan inancını kaybetmesi sebebiyle de sandığa küsmüş vaziyetteydi. Bu sebeple kendi partilerinden ümidi kesmiş kesimler de son bir ümitle, "Biz değiştik, laik Cumhuriyet'e sahip çıkacağız" diyen AKP'ye oy vermişti. Ne yazık ki, bu ümitler de boşa çıkınca herkes yine kendi partisine dönüş yapmaya başladı. Özellikle de Ulusalcı kesimde laiklik elden gidiyor korkusuyla, CHP' ye geri dönüş başlamıştır. Merkez sağda ise AKP'ye giden DYP ve ANAP oylarının bir bölümü bu defa MHP'ye yönlenmeye başladığı gözlenmektedir. Bu da toplumun her kesiminde artık gerçeklerin doğru algılandığını gösteren bir gelişmedir.


Daha önce bir çok kesimin gözünde kahraman olan Başbakan'ın ve kurmaylarının her fırsatta yaşanan olumsuzlukları dile getiren halkı, azarlaması ve çirkin uslüpler kullanması, Türk milletinin alışkın olmadığı bir durumdur. Atatürk'ten bu yana ortaya çıkan bütün devlet adamlarının halkı yüceltmesine alışkın Türk milleti, bu durumu içine sindirebilmesi hiç mümkün değildir. Şehitlere kelle diyen, çiftçiye al ananı git diyen, bize oy vermezseniz, hizmet alamazsınız diye tehdit eden bir Devlet adamı ya da parti lideri Türkiye Cumhuriyeti tarihinde görülmemiştir. Kendi başarısızlıklarını kendinden önceki hükümetlere bağlayanlar olmuştu ama başarısız yönetimlerinin sonuçlarını millete bağlayan bir hükümet olmamıştı. Bu hükümetin Başbakanı sayesinde bu millet bunu da yaşadı. Tabi bunun bir bedeli olacaktı elbet..


Yaşanan yerel seçimlerin sonucu, kimse için sürpriz olmadığı aşikar bir durumdur. Demokratik bir ortamda gerçekleşmesi gereken seçimler, her zaman olduğu gibi yaşanan bazı şaibeli durumlar yüzünden insanların kafalarında yine soru işaretlerinin oluşmasına sebebiyet vermiştir. Yaşanan elektrik kesintileri, bilgisiyar sistemlerinin çökmesi ve oyların çalınması gibi olaylar için yapılan itirazların bir sonuç vereceğini sanmıyorum. Geçen seçimlerde de kanıtlı, belgeli yapılan itirazlar Yüksek Seçim Kurulu tarafından kabul edilmemişti. Bu yüzden diğer seçimlerde olduğu gibi, bu seçimlerde yaşanan şaibeli durumlar insanlarında kafalarında cevaplanamamış sorular şeklinde kalmaya devam edecektir. İşin en acı tarafı, ülke ve mahalli yönetimlerin, bütün bu yaşananları halkın gözünün içine baka baka yalayanlan insanların ellerine teslim edilmiş olmasıdır. Bu çok endişe verici bir tablodur. Hiç sıklmadan halkın gözü önünde yaşanmış olayları rahatlıkla inkar edebilen bir zihniyete, değil ülke yönetimini, evde beslediğimiz hayvanı bile emanet edemeyeceğimizi gösteren bir olgudur.


Öyle görülüyor ki, önümüzdeki dönemde Başbakan ve kurmayları diktatörlük sevdasından vazgeçmez ya da başarısızlıkların bilançosunu halka çıkarmaya devam ederlerse, onları çok daha büyük hayal kırıklıkları bekliyor oluşudur. Umarım, artık saldırganlığı bırakıp, daha uzlaşmacı, daha dürüst ve ülke menfaatlerini ön planda tutmaya yönelik bir siyaset geliştirmeyi başarabilirler.

16 Mart 2009 Pazartesi

KARAGÖZ'LE HACİVAT'IN GÖLGE OYUNU

KARAGÖZLE HACİVATIN GÖLGE OYUNU

Halkın, şu sıralarda ekonomik krizin yarattığı toplumsal travmaya rağmen, önüne konulan Karagöz Hacivat oyunu sayesinde biraz kafasını dağıtabilmesi, bulunmaz nimet oldu. Seçimler dolayısıyla, Başbakan ve diğer parti liderlerinin ortaya koydukları bu orta oyununu, kavuklu ve pişekarları şeklinde de niteleyebiliriz. Ama en etkileyici olanı ise, Karagöz ve Hacivat çekişmesidir. Tabi, burada kimin Karagöz, kimin Hacivat olduğuna, gösteriyi izleyen halk karar verecek. Aralarında geçen dialoglar, zamanın en ünlü meddahlarının bile ortaya koyamayacakları bir komiklik, bir budalalık içerisinde geçiyor olması, toplmumuzun mizah anlayışının yıllar içerisinde hiç değişmediğini gösteriyor. Çünkü aynı oyunları, yıllar içerisinde defalarca izlemiş olmalarına rağmen, hala büyük bir ilgiyle izliyor oluşları ve kimisi Karagözü desteklerken, kimisi de Hacivatı desteklemeye devam ediyor oluşları, bize, önümüzdeki yıllarda da bu oyunu daha çok izleyeceğimizi işaret ediyor. Demek ki, talabe göre arz oluşturuyorlar. Aynı TV yapımcılarının yaptıkları kalitesiz programlar için gelen eleştirilere oluşturdukları haklı gerekçelerinde olduğu gibi, 'Halkın istekleri doğrultusunda program yapıyoruz.' demelerine benziyor.

Bügun, toplumun ileri gelenleri, daha doğrusu aydın diye bilinen insanların, asla telafuz etmedikleri, eğitim sisteminin kalitesizliği üzerine bilinçsiz insanlardan oluşturulan toplumsal yapılandırmanın sonucunda bilgisiz ve ön görüsüz devlet adamlarının da bu toplumun içinden çıktığı görüşü, birileri tarafından telafuz edildiği zaman, devlet adamlarından önce aydınlarımız tepki veriyor. Niye? Çünkü ucu onlara da dokunuyor. Onlar da aynı Devlet adamları gibi gelişen olayları doğru dürüst değerlendiremedikleri için veya gebe olunan olayları önceden algılayabilme özelliklerinin olmadığından, toplumu bilgilendirecek, uyaracak bir yeteneğe sahip olamadıklarını kabul etmeleri mümkün değil. O zaman nasıl oluyor da, bu aydın kimliğini kazanıyorlar? Onlar da bu sergilenen gösterilerin içinde kendilerine düşen rolleri oynayarak figüran açığını kapatıyorlar. (Tabi ki, bunların içinde gerçekten bilgili ve entellektüel boyutu olan aydınlarımız da var ama, hem sayıca çok azllar, hem de seslerini yükselltikleri zaman tehdit edilip, darbeci olarak gösteriliyorlar.)

Bazı çevreler Başabakanın diplomasi dilini bilmediğini ve lümpen bir tarz içerisinde siyaset yaptığını söylüyor. Peki, bunu söyleyenler, başka ne bekliyorlardı? Her şeyi din kisvesi içinde sorgulamaya ve yorumlamaya alışmış, bununla beraber kendisine kabadayılık kültürünü düstur edinmiş ruh haliyle, diplomasinin kıvrak dil inceliklerini düz mantık düşünce yapısıyla ortaya koyabilmesinin mümkün olamayacağını görememek de bir eksikliktir. 6 sene önce onu alkışlarken ve kurtarıcı olarak görürken aklınız neredeydi? diye sorarlar....

Gelelim seçimler dolayısıyla yaşanan komediye....

Başbakan seçim meydanlarında Karagöz misali sürekli Deniz Baykal'ın ensesine patlatıp, komik dialoglar oluştururken, Baykal da ondan aşağı kalmayıp, Hacivat misali daha alimce cevaplar vermeye çalıştığı sırada, arada mahallenin kabadayısı edasıyla ortaya çıkan Devlet Bahçeli'yi görüyoruz.

Komik dialoglardan bazıları:

Erdoğan'ın bir buçuk saat süren miting konuşması özetle şöyle:

-Biz iş üretiyoruz.CHP ve MHP işe ne yazık ki, sadece laf.. Ben onların yaptığını size söyleyeyim. İstanbul'da CHP, çarşaflı bir hanımefendiyi kameraların önünde tartakladı. Ak partili bir provokatör diye yandaş medyaları duyurdu. Bunların kadın haklarından anladıkları, kadını haklamak. Sabah akşam çamur siyaseti yapıyorlar, yalanlarla yıpratmaya çalışıyorlar. Hizmet üretemedikleri için bunlar CHP ie MHP ruh ikizidir. (Bu konuşmayı yaptığı sırada, ananı da al git dediği çiftçiyi göz altına almışlardı.) Bir de "Ben Valimi yedirtmem muhabbeti" var.

Komediye bakar mısınız? İş üretiyoruz dediği; devlete ait arazileri, malları ya da kurumları ele geçirmek, yabancılar Türkiye'ye yatırım yapıyor diyerek, bütün kurumları ve şirketleri yabancılara teslim emek (son hizmetleri Atatürk Çiftliğini Arap'lara satıyorlar), borsanın %70'ini yabancılardan oluşturarak, ülke ekonomisini bağımlı kılmak, kadınları türbana yada çarşafa sokarak, onların bütün hak ve özgürlüklerini erkeklere teslim etmek, sosyal devlet adı altında kendilerine oy verme şartıyla yardım etmek, kendilerinden olmayan laik kesimden "Onlar" diye bahsederek toplum içinde kutuplaşmalara yol açmak, etnik kimlikler üzerinden siyaset yapıp, halkı birbirine düşman etmek, bütün dünyayı derinden etkileyen ekonomik krizi dikkate almayıp, bu konuda önlem alınacak tedbirleri ve politikaları oluşturamayıp, halkı kendi kaderlerine terk etmeleri vs. vs. gibi, laikliğe aykırı eylemlerin odağı olmuş partisiyle birlikte hizmetler vererek o kadar çok çalışıyorlar ki, sanırsınız, ülkede herkesin yaşam standartı kendilerininki gibi çok yüksek, üretim ve istihdam seviyesini en üst seviyeye çıkarmışlar, terörü bitirmişler de artık çocuklarımız şehit olmuyorlar, Kuzey Irak ve Kıbrıs konusunu çözebilecek politikalar üretmişler, madenlerimizi ve petrol yataklarımzı ipotekten kurtarmışlar, yabancılar tarafından ele geçirilen kaynaklarımızı geri almışlar, ülke içinde adaleti ve kalkınmayı sağlamayı başarmışlar da, diğer partilerin ve geçmiş hükümetlerin beceriksizliğinden bahsediyor. En komiği de, uzaydaki göktaşları misali, Global krizin ülkemizi teğet geçmesiydi. Dikkat ederseniz bu bahsettiğim ülke problemleri asla gündeme gelmiyor. Aslında bunları sorgulayıp, gündeme getirerek, halkı olan bitenler hakkında bilgilendirip, hükümetten hesap sormasını sağlamak, aydınlarımızın görevdir. Ama iş birlikçi aydınlarımız figüran rolü için çok iyi maaş aldıklarından, maaşlarını tehlikeye atacak hiç bir girişimde bulunmuyorlar.

Bir de Baykal'ın cevabına bakalım:

-"Tunceli Vali'sini "Baykal'a yedirtmem" diyor. Benim Vali yeme gibi bir alışkanlığım yok. İlla bir şey yemek gerekiyorsa, Kırşehir'in Hoşmerim tatlısını, Amasya'nın dünyaca ünlü elmasını yerim. YSK bile Tunceli ile ilgili olarak "Ayıp oluyor" diyor. Başbakan bu değerlendirmeye "Bizi ırgalamaz" diye karşılık veriyor. YSK bir karar daha aldı, savcıları göreve çağırdı. Şimdi bütün millet üzüntüyle adalet nerede diye üzüntüyle izliyor. Herkes attığı adıma dikkat etsin! Valiler dahil, kimse yanlış yapmasın! AKP ile gelen APS ile gider, Haberiniz olsun! Deniz Feneri davasıyla ilgili olarak yayın yasağı koyma kararı aldılar; 'Adalet iyi işlesin' diye. Sevsinlar seni sevsinler. Aklın başına yeni mi geldi? Daha Ergenekon iddianamesi ortada yokken, ifadeler çarşaf çarşaf yayınlanırken o adalet duygun neredeydi?

"Aman Karagözüm!" misali, Baykal, muhalefet etmenin dayanılmaz hafifliği içerisinde, yapılan bütün yanlışlıkları tek tek ortaya koyuyor. Uslüp ise, diplomasi dili bilmeyen Erdoğan'dan hiç farklı değil. Aynı zamanda padişahlık egosu itibariyle de Erdoğan'dan aşağı kalır yanı yok. Partisi içinde önüne engel olarak çıkabilecek herkesi silip süpürüyor, kimseye yol vermiyor. Yıllardır uyguladığı son derece başarısız politakalar sonucunda partinin bütün oylarını AKP'ye ve diğer partilere kaptırıyor, partinin mevcut ideolojisini zamanla etkisiz hale getirip, altı okun ne anlama geldiğini bilmeyen kişilerle laik düzenin müdafasını yapmaya kalkıyor. Artık insanlar Deniz Baykal'a kızıp, CHP'ye oy vermiyor. Seçim meydanlarında muhalefet görevini yaparken, halka, göreve gelirlerse nasıl bir hizmet verecekler, mevcut eksiklikleri ya da yanlışları hangi projelerle ortadan kaldıracaklarına dair tek kelam etmiyor. Niye? Çünkü bunu kendi de bilmiyor. Şu an da tek hedef iktidarı ele geçirmek. Hele bir gelsinler, sonra bakacaklar.

"Heyyytt!! Çekilin yoldan!" Evet. Mahallenin kabadayısı Devlet Bahçeli de göründü.

Bakalım o ne diyor:

-Ortada fol yok yumurta yokken, 36 etnik unsurdan söz ediyorsun. Niye etnik unsurları kaşıyorsun? Niye bin yıllık kardeşliği bozmaya çalışıyorsun? Kendilerine oy verenleri dost, vermeyenleri düşman ilan ediyorlar. Kendileriyle birlikte olmayanları 'nasıl sindiririz?' diye düşünüyorlar, 'nasıl vergi cezası veririz?', 'memuru nasıl süreriz' mantığındalar. İşsizliğin, ahlaksızlığın bu kadar yaygınlaştığı, yoksulluğun, yolsuzluğun bu kadar derinleştiği bir ortamda, bir de ekonomik kriz omuzlara çökerse bu memlekette ne birlik kalır, ne Misak-ı Milli kalır, ne de toprak bütünlüğü kalır, ne de sosyal doku kalır. o zaman Türkiye'deki toplumsal patlamada ilk defa en büyük zararı Başbakan Erdoğan görür.

Bizim kabadayı Bahçeli, sözüm ona Erdoğan'a aba altından sopa gösteriyor. Şu Bahçeli de çok komik adam. Sanki yıllardır milliyetçilik adı altında Kafatasçılık yapan kendileri değilmiş gibi, bin yıllk kardeşlikten bahsediyor. Kurdukları ülkü ocaklarında yer altı mafyalarıyla birlikte iş birliği yapıp, emperyalistlere hizmet eden kendileri değil miydi? Dine sahip çıktıklarını zannedip, meshep ayırımcılığı ile etnik kimlik problemlerini her zaman gündeme taşımakla kalmadılar, sürekli aba altından sopa göstererek toplumun güvenliğini sağlayan polis edasıyla yürüttükleri siyaseti hala devam ettiriyorlar. Kurtlar Vadisi'nın baş kahramanları olarak ülkeye inanılmaz hizmetler veriyorlar.Ülkede ne kadar kimlik bunalımı yaşayan gencimiz varsa, ülkücü olup, eline silahı alıp, Polat Alemdar misali meydanlara çıkıp, vatana millete hizmet veriyorlar. Toplum içinde kardeşlik duygusunu pekiştiriyorlar.

Bir de, bunların arasında beni çok güldüren bir başka karakterse, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nın kendisine verdiği Türk kimliğini kabul etmeyip de, soyadı Türk olan Beberuhi havasında mecliste dolaşan bu arkadaşa, Türk kimliğini kabul etmek bu kadar ağır geliyorsa, o zaman Türk soyadını nasıl taşıyorsun? diye sormak istiyorum. Böyle komiklik olur mu? Aziz Nesin'i buradan rahmetle anıyorum. Bu kadar komik olaylar, ancak onun hikayelerinde olurdu. PKK terör örgütünün siyasi uzantısı olan partisinin başkanı olan bu zat-ı muhteremin derdi çok büyük.
Efendim! Onlar kimlik siyaseti yapmıyorlamış; sadece, Anayasa'nın ilk 3 maddesinin değişmesini, Türk ve Kürt'lerin ortak kurucu olarak anılmalarını, Yerel yönetimlere daha fazla yetki tanınmasını, Güneydoğu'da federatif bir yapının kurgulanmasını ve Self Determinasyon yani, ayrılıp, kendileri bir devlet kurmak istiyorlar. Kendileri için bir şey istiyorlasa.... Bu talepler karşısında insanın kahkahalarla gülesi geliyor. Sevr Antlaşması sayesinde yabancılar kendilerine bu hakkı onlara tanımış olmasına rağmen bunu hayata geçiremeyişlerinin sebebi, gerçekte Kürt halkının ayrılmak istemeyişi ve devlet kurmak için gerekli eğitimli kadrolarının olamayışıdır. Hala sevr-i hayata geçirmek isteyenlere hizmet ederek, terör örgütüyle hiç bir ilgisi olmayan, onca masum Kürt insanını zan altına sokarak, çirkin oyunlarına alet etmek istiyorlar.

"Antlaşmaya göre, Kürt Ahalısı, Milletler Cemiyetine başvurarak, Kürt'lerin büyük çoğunluğunun Türkiye'den bağımsız olmak istediğini kanıtlar ve cemiyet bu durumu onaylarsa, Türkiye bu bölgedeki haklarından vazgeçecekti. Doğudaki aşiretler, bağlı bulundukları devletten ayrılmak istemedikleri için, böyle bir girişim olamadı."
(Kaynak: Milletlerarası önemli meseleler,Dr. Reşat Sagay, İş Bankası kültür yayınları)


İşte, seçim meydanlarımızdaki bu konuşmaları dinleyen seçmenimiz büyük bir aydınlanma yaşıyor ve bu dialoglara bakıp oy verecek. Aralarında geçen dialogları dinlediğiniz zaman, kişilerin sahip oldukları kültür yapıları bir kenara, hitap ettikleri toplumun hepsinin de aynı zeka seviyesinde olduğu düşünülerek, ortaya konulan bu performansın bütün kitleler üzerinde aynı etkiyi yapması beklenerek, gittikleri her yerde aynı uslubu kullanıyorlar. Bu da şunu gösteriyor: Bunlar sadece kendi çevrelerine hitap etmeye programlanmışlar. Kafalarında oluşturdukları prototip insan modellerine çalışmışlar. Bunlar da çoğunluğu eğitimsiz insan kitleleri... Ama görülen o ki, artık o eğitimsiz insan kitleleri de uyanmaya ve içine düşürüldükleri durumu artık daha net görmeye başladı. Yaşanılan ekonomik krizin, insanları isyan ettirecek boyuta getirdiğini maalesef ki, kimse görmek istemiyor. Seçim propagandası olarak Başbakan'ın açıkladığı ekonomik paket ise, tam evlere şenlik göz boyamaktan öteye gitmeyen ve bu paketle oy kapmanın fırsatçılığı ile seçmenin gözünde kendisini kahraman olarak gören bir Başbakan... Ve iktidara gelirlerse ne yapacaklarını bilmeyen parti liderleri...

Bu perde kimin zaferiyle kapanacak, son sözü kim söyleyecek, seçimlerden sonra göreceğiz.

1 Mart 2009 Pazar

KENTLERDE VAROŞ KÜLTÜRÜNÜN HAKİMİYETİ

İslam’ın köylerden (göçle) çıkarak şehirlerde kültürel ve politik hayatta görünür hale gelmesi için, toplumsal yapılaşma ve kalkınma süreci içinde Allah ile aldatılamayan kent toplumunun, 1950’lerden beri demokratikleşme adı altında ve buna paralel olarak asimile edilebilmesi açısından çok önemliydi. Ülkenin kırsal bölgelerine özellikle iktisadi yatırımların yapılmaması ve her türlü kalkınmanın (petrol yataklarının ve madenlerin) önünün kapatılması, uluslar arası platformda yapılan anlaşmalar sonucu tarımı ve hayvancılığı ortadan kaldırmaları ki, 1970’lerde ülkenin tarım üretimi %70 oranlarındayken, bugün ise üretimimiz %10 civarındadır. Bununla beraber bilinçli olarak terörün rahatça hareket edebileceği ortamların oluşturulması, halkı bulundukları ortamlardan büyük şehirlere göç etmeye zorlamıştır. Bunun sebebi, Marshall Planı sayesinde ABD güdümünde oluşturulan politikalar ile sağ merkez partilerin kırsaldan çıkıp, daha çok Kemalist eğilimli şehir kültürünün hakim olduğu siyasi odakları yani, merkezi ele geçirebilmek için, şehirlerdeki kentli nüfusun karşısına, kırsaldan göç ettirilen nüfusu çıkarıp, iktidarı ele geçirebilmekti. Bunları iç grup olarak nitelendirebiliriz. Bir de Sevr’den vazgeçmeyen dış grupları da göz önünde bulundurursak, bu oluşuma büyük katkıları olduğunu görürüz. (Bu konuyu Ergenekon paradigması adı altında yazacağım) .

Göçle birlikte başlayan toplumsal değişim, hükümetlerin öncelikle oy kaygısıyla devlete ait yerleri göç edenlere oy karşılığı vermeleri ile yerleşik düzen kurgusunu oluşturup, hemşeri olgusuyla hem devlet kadrolarında hem de ekonomik hayatın içinde yer almalarını sağlamışlardır. Bununla beraber şehirlerdeki yerliler ve sonradan gelenler arasında ciddi kültürel farklılıkların sonucunda ortaya çıkan çatışmalar iki toplum arasına mesafeler koymuş ve göç edenlerin üzerinde eziklik duygusunu hakim kılmıştır. Problem şuydu; kendi coğrafyasında sahip olduğu kapalı toplum kültürünü beraberinde getirmiş ama şehir ortamında onu yaşayacak ortamı bulamaması ve şehir kültürüne de ayak uyduramaması yerli halk tarafından dışlanmalarına sebep olmuştur. Göç edenlerin, köylerinden uzakta gurbet psikolojisi içinde, bulundukları şehirleri kendi toprağı ve vatanı gibi göremeyişleri, geldikleri yerleri sadece para kazanılacak geçici yerler olarak algılamalarının sonucunda bulundukları ortama ayak uydurma çabasını hissetmeyişleri ve şehir kültürünü kendi örf ve ahlakına aykırı buldukları için, ilk önceleri bu dışlanmışlık duygusunu fazla dikkate almadılar ve onlar da şehir insanını dışladılar. Çünkü her gelende, para kazanıp köyüne dönme düşüncesi vardı. Ancak, uzun vadede yerleşik düzene geçip, kendilerinden sonraki nesillerin, şehirlerdeki gelişmeleri esnasında evdeki anlayış ve kültür yapısının dışarıdaki sosyal hayatla bağdaşmamasının sıkıntılarını yaşamaya başlaması, bu dışlanmışlık duygusunu aşabilmek için, kendilerini kabul ettirebilme çabaları bu günlere kadar devam etmiştir. Bu yüzdendir ki, bugün artık herkes Istanbul’lu, Ankara’lı veya İzmir’lidir. Tabi bu dışlanmışlık duygusuyla beraber ortaya çıkan kişisel hırslar sonucu ele geçirme ve iktidar olma kaygısıyla var olabilme savaşı, toplumsal paradigmalarını köylerinde bırakıp, şehirlerde kendilerine dayattırılan kapitalist mantığın getirisi olan kişisel paradigmalarına sıkı sıkı sarılarak, kendisini toplumun dışında sayıp, toplum çıkarlarını rahatlıkla göz ardı ederek bir savaşın içine girmişlerdir. (Tamamı böyle olmasa da büyük bir çoğunluk, şehirlerde böyle bir psikoloji içindedir ve yurtdışında yaşayanlarda da aynı problem mevcuttur) .

Göç eden nüfusun şehirlerde çoğalmasıyla geçen zaman içinde hem ekonomik anlamda hem de politik hayatta varlığını göstermesi uzun sürmedi. İmar izni olmayan bir evde yaşayan bir kişinin, bu ülkeye Başbakan olması, varoş hakimiyetinin en canlı örneğidir. Kendi içlerinden çıkarabilecekleri bir Başbakan, 50 yıldır verilen bir mücadelenin en büyük zaferiydi. Bu yüzdendir, AKP hükümetinin halk diye algıladığı ve hizmet ettiği kesim, sadece varoşlardır. Tabi ki, bunun sorumlusu, bu durumda yaşamaya mahkum edilmiş insanlar değildir. Bütün bu olayların sorumluları başından beri, bu ülkenin yönetim biçimini yani, laik rejimi benimsemeyip, ülkeyi ele geçirme hayalleri ile dış gruplarla birleşip, bu günlere gelinmesi için bunun alt yapısını hazırlayanlardır. Ülkenin mevcut ideolojisi içinde kendine yer bulamayan bu kesim, toplumsal paradigmalarını tek hedef üzerinde oluşturmaya başlayınca, dış gruplarla ortak paydada buluşmaları açısından çok geçerli sebepleri oldu. Özellikle 1980 sonrasında başa gelen hükümetler, ABD güdümünde gerçekleştirdiği politikalar sayesinde eğitim sisteminde büyük değişikliklere gidilmiştir. Toplumun düşünen ve sorgulayan bir yapıya sahip olmaması için, devlet okullarında eğitim kalitesi nerdeyse sıfıra indirgenmiş, sınıfta kalma kaldırılmış ve kültüre önem vermeyen ülke haline getirilmiştir. Bunun karşılığında, özel okulları destekleyip, misyoner yetiştirme konusuna ağırlık verilmiştir. Daha önceleri toplumun çok önem verdiği eğitim gözden düşürülünce ki, bu hiç zor olmamıştır ülkenin işsizlik sorununa bir çözüm getirilmediği için ve kayırmacılık (Torpil) mantığının hakim olması sebebiyle, insanların gözünde artık eğitimin bir çıkış yolu olmadığını rahatlıkla benimsettiler. Bunun akabinde ortaya çıkan ve topluma benimsettirilen paradigma, “Kısa yoldan zengin olma” dır. Son 30 yıldır kişisel paradigmalarını bu minvalde oluşturmaya başladılar ve zaman içinde bu kişisel paradigmalar, kendi içlerinde toplumsal paradigmalara dönüşmüştür. Ancak, kişisel paradigmalar, toplumsal paradigmalarla ne kadar örtüşüyor sorusuna gelince; ülkenin ideolojisi içinde kendine yer bulamayan kesim bu paradigmaları benimseyip, uygulamaya sokarken, baştan beri ülkenin Kemalist ideolojisini benimseyen ve o çizgide yaşamını sürdüren kesimler tarafından bu paradigmalar ve diğer kesim dışlanmaktadır.

“Başarıya giden her yol mübahtır.” Zihniyetinin toplum üzerinde etkili olabilmesi ve başarmak için her türlü ahlaki değerlerin terk edilmesi için, insanların açlık ve sefalet içinde bırakılması, daha sonra da siyasetçilerin iktidar olabilmeleri için bu insanların yoksulluğundan faydalanması, topluma kötü örnek olabilecek en büyük ahlaksızlıktır. İnsanları bir arada tutan ortak değerleri ortadan kaldırdığınız zaman, artık, o ülkenin menfaatlerini kendi menfaatlerinin üstünde görüp, ülkeyi koruyup kollayacak insanlar yetiştiremezsiniz. Yıllardır sistemli bir şekilde oluşturulan bu politikalar, Türk milletinin gücünü ve iradesini ortadan kaldırmak için ülkenin bütün gelir kaynaklarını ele geçirip, sahip olduğu medeniyetini yok ederek, kurtuluş savaşında yapamadıklarını, ülkenin ideolojisine ters düşen insanları satın alarak yapmaya çalışıyorlar.

Toplumları kalıcı kılan ve geleceğe taşıyan en önemli parametrelerden birisi güçlü bir medeniyete sahip olmaktır. Kültürel eğitimden uzak kalmış veya ırksal ve yöresel kültürlerini yitirmiş toplumlar, kendilerinden sonrakilere bırakabilecekleri kültürel miraslarını yitirirler ve tarih sayfasından silinirler. Bunun için bu oyuna gelmemeliyiz.

28 Şubat 2009 Cumartesi

24 Şubat 2009 Salı

EKONOMİK TETİKÇİNİN İTİRAFLARI YAŞADIKLARIMIZA AYNA TUTYOR.

EKONOMİK TETİKÇİ JOHN PERKİNS’IN İTİRAFLARI YAŞADIKLARIMIZA AYNA TUTUYOR

“Bir ulusu yok etmenin ve köleleştirmenin iki yolu vardır; birisi kılıçla, diğeri borçladır”

JOHN ADAMS- (1735-1846)

Chas. T. Main Şirketi eski şef ekonomisti, JOHN PERKİNS

“Bir ekonomik tetikçinin itirafları” kitabının yazarı:

Biz, ekonomik tetikçiler, küresel imparatorluğun yaratılmasında gerçekten sorumlu olanlarız ve çok farklı bir şekilde çalışırız. Belki de en sık kullanılanı, öncelikle şirketlerimize en uygun kaynakları olan ülkeleri bulur ve gözümüzü üstlerine dikeriz. Petrol gibi.. Ardından Dünya Bankası veya onun kardeşi başka organizasyondan o ülkeye büyük bir kredi ayarlarız; fakat gerçekte asla o para, o ülkeye girmez. Ülke yerine, o ülkede projeler yapan şirketlerimize gider. Bizim şirketlere ilaveten o ülkedeki enerji santralleri, sanayi alanları, limanlar, birkaç zengin insanın kar sağlayacağı şeyler.. Bunlar toplumun çoğunluğuna yaramaz. Yine de o insanlar, yani bütün ülke bu borcun altına sokulur. Bu borç ödeyemeyecekleri kadar büyüktür ve bu planın parçasıdır; geri ödeyemezler. Ardından biz ekonomik tetikçiler gider onlara deriz ki; “Dinleyin, bize bir sürü borcunuz var ve ödeyemiyorsunuz. O zaman petrolünüzü, petrol şirketlerimiz için oldukça ucuza satın. Ülkenizde askeri üst kurmamıza izin verin veya askerlerimizi desteklemek için dünyanın bir yerine asker gönderin (Irak gibi..) yada bir dahaki BM seçiminde bizimle oy verin.” Elektrik şirketlerini özelleştiririz, sularını ve kanalizasyon sistemlerinizi özelleştiririz ve ABD şirketleri veya diğer çok uluslu şirketlere satarız. Bu, mantar gibi biten bir şey ve çok tipik, IMF ve Dünya Bankası bu şekilde çalışır. Ülkeyi borca sokarlar ve bu öyle büyük bir borçtur ki, ödenemez. Ardından yeniden borç teklif edersiniz ve daha fazla faiz öderler. Koşullara bağlı ve iyi yönetim talep edersiniz. Aslında bu onların kaynaklarını satmalarını sağlar. Buna sosyal hizmetleri, teknik şirketleri, eğitim sistemleri de dahildir. Adli sistemlerini, sigorta sistemlerini yabancı şirketlere satarız. Bu, ikili, üçlü, dörtlü bir darbedir!

Şirketokrasinin izlediği politikalar nedeniyle dünyada her gün ortalama 24000 insan açlıktan ölmekte, çoğu çocuk olan başka on binlerce kişi kurtulmaları sadece maddi nedenlerle mümkün olmadığı için çeşitli hastalıklara teslim olmakta. Dünya nüfusunun yarıdan fazlası günde 2 dolardan az gelirle hayata tutunmaya çalışırlar.

EKONOMİK TETİKÇİ KİMDİR?

Ekonomik Tetikçi: Net Görüntü İçinde Saklanmak

Küresel imparatorluğun çıkarlarına hizmet edenler bir çok farklı rol oynayabilir. John Perkins’in ortaya koyuşuyla, ekipteki her kişi bir ünvana sahiptir. Mali analizci,sosyolog ekonomist,vs… Ancak bu ünvanların hiç biri kişinin kendi tarzınca bir ekonomik tetikçi olduğunu ortaya vurmaz. Bir Londra bankası tüm personelini saygın üniversitelerden diplomaları olan insanın ancak Kent’de ya da Wall Street’de görmeyi umacağı marka giysiler kuşanmış insanların oluşturduğu bir offshore şube açar. Ancak bu kişilerin gündelik işi zimmete geçirilmiş fonları gizlemek, uyuşturucu satışlarından gelen paraları aklamak ve çok uluslu şirketlere vergi kaçırmakta yardım etmektir. Bunlar ekonomik tetikçidir. Bir IMF ekibi çok gereksinilen (ve karşılığı eğitim bütçelerinde kesinti yapmak, ekonomilerini Kuzey Amerikalı ve Avrupalı ihracatçıların tapon mallarının akışına açmak olan) ilave borç paketleri silahlanmış halde bir Afrika başkentine gider. Bunlar da ekonomik tetikçidir. Bir danışmanlık firması Bağdat’ın Birleşik Devletler ordusunun koruması altındaki Yeşil Bölgesinde iş yeri kurar, Irak petrol rezervlerinin yağmalanmasına zemin hazırlayacak yeni yasaların çıkartılmasını sağlar. Bunu yapanlar da ekonomik tetikçidir. Ekonomik tetikçi yöntemleri yasal (hatta devlet ve yetkili kurumlara dayatılan) yöntemlerden eksiksiz bir yasa kataloğundaki başlıkların hepsini ihlal eden gri bölgelere uzanır. Bunlardan yararlananlar hesap sorulamayacak, kınanamayacak kadar güçlü insanlar, birinci dünya çevreleri içine yuvalanmış elitlerle onların üçünü dünyadaki müşterileri, dünyayı istediği doğrultuda düzenleyerek çalışanlardır.

DENETİM AĞI

Üçüncü Dünya borçlarının yıllık ödemeleri 375 milyar dolar gerektirir ki, bu rakam aynı ülkelerin aldığı dış yardımın yirmi katıdır. Nüfusunun yarısı günde 2 dolardan az parayla geçinen Güney Kürenin varlıklı Kuzeyin desteğiyle ayakta kaldığı bu sisteme,”Marshall Planı Tepmesi” denir. Başarısız olmuş bir sistem nasıl olur da varlığını koruyabilir? Anapara az gelişmiş ülkelere borç ve başka finans şekilleri halinde akıyor ama (John Perkins’in vurguladığı gibi) bunun bir bedeli var; Borcun sağladığı boğucu hakimiyet Birinci Dünya hükümetlerine, kurumlarına ve ticari kuruluşlarına Üçüncü Dünya ülkelerinin ekonomileri üstünde kontrol sağlıyor. Üçüncü Dünya ülkelerini alın ve kurtulmaları son derece güç, git gide daha kapsamlı ve karmaşık bir hal alan son derece yaygın mali, askeri ve siyasi bir denetime sahip olan bir ağa yerleştirin.

Küresel Kuzeyin Denetim AĞI:

G8 Ülkeleri – Çok Uluslu Şirketler – Dünya Bankası – IMF

Az Gelişmiş Ülkelere Akan Fonlar:

*Şişirilmiş projeler için verilmiş borçlar
*Yapısal düzenleme borçları
*Gelişim kredileri
*Silah yardımları
* İhracat kredilendirme kurumları aracılığıyla sağlanan fonlar
*Offshore operasyonları

Yardım, Kredi ve Yatırım Sağlama Koşulları:

*Kaynak geliştirme imtiyazları
*Paylaşım sözleşmelerinde tek yanlı yararlılık
*Yerel elitlerle ortaklık
*Kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi
*Gümrük tarifelerinin tek yanlı indirimi
*Gereksiz savunma ve güvenlik gücü oluşturulması
*Özel şirket projelerinin gerçekleştirilmesi için kamu yatırımı
*IMF bütçe denetimleri

Paranın Birinci Dünyaya Geri Akış Yolları:

*Kontratlar, borç ödemeleri ve şişirilmiş projelerden alınan bedeller
*Hileli ihaleler
*Anapara kaçışı
*Offshore hesaplarına yatırılan paraların komisyonları
*Manipüle edilen emtia piyasaları
*Zimmete geçirilip, offshore hesaplarına aktarılan paralar
*Silah satışı anlaşmaları
*Tahsisli hizmet ve tedarikçiler
*Vergi kaçırma, para aklama
*Para transferlerinde bedel kaçakları

Uygulama:

*Hileli seçimler
*Rüşvetler
*Askeriyeye ve güvenlik güçlerine sızmalar
*Yerel para biriminin ve faiz oranlarının manipüle edilmesi
*İşbirliğine yanaşmayan liderlerin öldürülmesi
*Yerel milislerin ve güvenlik güçlerinin kullanılması
*Askeri müdahale

Nasıl? Bütün bu anlatılanlar size de tanıdık geliyor mu?

YAPILAN BU İTİRAFLAR ÜZERİNE TÜRK MİLLETİ OLARAK GÖRMEMİZ GEREKEN GERÇEKLER

1917 yılında Bolşeviklerin isyanı ile tercihini Sosyalist rejimden yana kullanan Rusya bu paylaşım savaşı sonrasında sınırlarını Orta Avrupa’ya kadar genişletmiş, hatta Almanya’nın iç kısımlarına kadar geldiği için, Berlin kenti bir duvarla ikiye bölünmüştü. Aslında bölünen yalnızca Almanya değildi; siyasi ve sosyal anlamda Avrupa bölünmüştü.

Sermayenin önünde iki seçenek vardı. Ya anti-demokratik, emperyalist ve tümüyle sömürüye dayalı sistemine devam edecek ve muhtemelen bütün Avrupa’nın Sosyalizme geçmesine seyirci kalacak ya da Avrupa’ da tüm dünyanın imreneceği, göreceli de olsa demokratik, eşit ve paylaşımcı bir sosyal devlet anlayışını inşa edeceklerdi. İkinci yolu seçtikleri takdirde hasımlarına kapitalist sistemin adil, eşitlikçi ve demokratik olduğunu göstererek Sosyalist Blok halklarının aklını çelmekle kalmayacak, bir yandan da Avrupa halklarının gözünün sosyalist sistemde kalmamasını sağlamış olacaklardı. Üstelik bu Sosyal Devletlerin nimetlerinden yine en fazla yararlanacak olan kapitalist sistem olacaktı. Sanayiye yapılan alt yapı yatırımları ( ulaşım, enerji, bankacılık,iletişim vs.) muazzam harcamalar gerektiriyordu ve bu harcamaları halkın sırtından (Vergilerle) Devlete yaptırmak ve daha sonra özelleştirme adı altında el koymak çok daha karlı olacaktı. Bütün bunlar oluşturulurken toplumun eğilimlerini bu minvalde oluşturmaları gerekiyordu. Çok iyi de becerdiler.

Yukarıda verdiğim denetim ağı maddelerini inceleyecek olursak, 1950’lerden beri her bir maddenin adım adım üzerimizde uygulandığını görürüz. O günden bugüne kadar olan süreçte, ülkemizde yapılan bu uygulamaları madde madde yazmaya kalkarsak, ciltler halinde kitap olur.

Kısaca özetlemek gerekirse:

Marshall Planını uygulamak, Avrupa’nın ortak mirasını koruyup geliştirmek ve üye olan ülkelerin yaşam standartlarını aynı düzlemde kurgulayabilmek için kurulan Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütüne (OEEC,1949), o mirasın sahiplerinden sayılarak, kuruluşundan hemen sonra çağırılan üç ülkeden biriydik. Teklifi kabul ederek, hiç ihtiyacımız olmadığı halde Marshall yardımını alarak üye olduk. O dönemde, coğrafi durumunuz müsait değil diyerek, Türkiye’yi NATO’ya almak istemeyenler, OEEC’ye ortak mirasçı vasfıyla bizi örgüte dahil ettiler. Daha sonra ne oldu da bu fikirden vazgeçtiler? Bunun cevabını John Perkins veriyor. Bizim ekonomik kaynaklarımızı ele geçirip, toprak bütünlüğümüzü yok edip, bizi devlet olarak ortadan kaldırıp, dünya üzerinde hakimiyeti kurgulamak ve Ortadoğu’yu ele geçirmek için bizi Avrupa Birliği yerine Büyük Ortadoğu Projesine dahil ettiler.

Büyük Ortadoğu projesinin öngördüğü, projeye dahil edilen devletlerin, yokluk ve sefalet içinde tutulup ama yöneticilerin ise zenginliğin zirvesinde olmaları anlayışını ve bunu sanki, toplumların kaderiymiş gibi algılatılması ve bu algılamaların (paradigmaların) doğrultusunda gün be gün hedefe ulaşma çabalarının ne kadar başarıyla sürdürüldüğünü görüyoruz. Özellikle, ülkemizde bu çabaların, Menderes döneminde başlatılmış olup, Özal, Demirel ve Erbakan hükümetleri tarafından desteklenerek, bugün tek başına iktidar olan AKP’nin alt yapısının hazırlanmasında ve bu oluşumun halk tarafından desteklenmesi için Fethullah Gülen Cemaatinin bu hükümetler tarafından teşkilatlandırılıp, önümüze konulmasının, yukarıda yapılan itiraflar sebebiyle, gelişi güzel bir tesadüf olmadığını bize ispatlıyor. İlginç olan ise, bu zamana kadar gelen Başbakanlar arasında, R.T. Erdoğan’ın bu projeye eş başkan seçilmesidir. Bundan önceki Başbakanlara niye teklif edilmemişti? Ya da edilmişti de bizim mi haberimiz olmamıştı? Sebebi, yıllardır adım adım alt yapısı oluşturulan bu projenin son ayağına gelinmiştir. Yakın bir gelecekte ortaya çıkacak yeniden paylaşım savaşında, bölgeyi Ruslara kaptırmamak için Türkiye’yi kendi kontrolünde tutup, bölgede hakimiyeti sağlamak açısından, kendi sözünden çıkmayacak hükümeti destekleyerek, bölgede İsrail devletini güçlü kılmaktır.

Marshall Planının kabulünden sonra 28 Mart 1949 tarihi bize neyi hatırlatıyor? İsrail Devletini tanıyan ilk Müslüman ülke olduğumuzu… Bu da şunu gösteriyor; artık o tarihten bu güne kadar olan oluşturulan iç ve dış politikalarımız ABD’yi ve Avrupa’yı güdümünde tutan Siyonistler tarafından oluşturulduğudur. Yıllarca halkı, Avrupa Birliğine üye olacağız vaatleriyle kandırarak oy toplayanlar, muhtemelen bu düşünceye kendilerini de inandırmış olacaklar ki, bu sebeple de 1950’lerden beri ülke çıkarlarına ters düşecek ne kadar talep olduysa, bu hayaller doğrultusunda hepsini yerine getirmişlerdir. Bugün, ABD ve Avrupa tarafından üzerimizde oluşturulan bu denetim ağını ortadan kaldırılması için, kendi ülkemizi bir şekilde yeniden ele geçirip, köklü reformlarla devletin yapısını ve işleyişini yeniden kurgulamak gerekmektedir. Bunun için de millet olarak bir an önce uyanıp, milli mücadeleyi yeniden başlatıp, önce ülke işgalden kurtarılmalıdır.

Diyeceksiniz ki, bütün bunları anlamamız için bu itiraflara ihtiyacımız mı var? Tabi ki yok. Ancak morfin verilmiş gibi uyutulan bu insanlara gerçekleri anlatabilmek için ve olan biteni çok iyi anlayan insanların söylediklerinin, birer komplo teorisinden ibaret olmadığını ispat edilmesi açısından ve kamuoyunun bilgilendirilmesi ve yönlendirilmesi bakımından son derece önemlidir.

21 Şubat 2009 Cumartesi

ENTELEKTÜEL İFLASIMIZ

ENTELEKTÜEL İFLASIMIZ

Sloavoj Zizek, Critical Inquiry'in 2008/4 sayısındaki yazısına bir soruyla başlıyor: "Bugün acaba niçin tek sorun bir eşitsizlik, sömürü,adaletsizlik sorunu olarak değil de hoşgörüsüzlük sorunu olarak görülüyor? Acaba niçin çare olarak özgürleşme, siyasal mücadele, hatta silahlı mücadele değil de hoşgörü öneriliyor? İlk akla gelen yanıt, liberal çok kültürcülüğün temel ideolojik harekat olarak siyasetin kültürelleşmesi oluyor. Siyasal farklar, siyasal eşitsizlik, ekonomik sömürü gibi şeylere bağlı farklar, verili ve değiştirilemez ve o yüzden de ancak hoş görülebilir olan farklı yaşam tarzları kültürel farklılık kılığına sokularak doğallaştırılmakta ve nötralize etmektedir."

Bu soruyu biz de kendimize sorduğumuzda ortaya çıkan cevap maalesef ki, içine düştüğümüz karanlığın farkına varmadan, ne kadar gelişmiş,aydın ve çağdaş olduğumuzu bize öğrettiklerini görüyoruz. Oysa ki, baktığınız zaman emperyalist güçlerin çağdaşlık adı altında, son elli yıldır önümüze koydukları paket programlarla, toplumsal yapılanmalarımızı, algılarımız vasıtasıyla değer yargılarımızı, çağdaş olmanın bir getirisi olarak her türlü ahlaki bozukluğu ve kültürsüzlüğü hoşgörü altında değiştirerek ve doğru bildiğimiz bütün kavramların içi boşatılarak, bize sunuluyor. Bu aşamada, emperyalizmin ve el ulaklarının sorunu, Türk Devrimi'nin yaşamsal kavramlarının içinin boşaltılmasıdır. Bunun aracı da, Cumhuriyet simgelerini ortadan kaldırmaktır. Türk Aydını, Amerikan sömürgeciliği ve kırsal kültürün etkisinde kalmış olup, entelektüel bir iflas ortamında yaşıyor. Bunun sebebi, Osmanlı dönemi kültürü inkar edilince, geriye halk edebiyatı dışında pek bir şey kalmıyordu. Ortaya çıkan kültür boşluğu da Batıya daha çok yaslanarak ve oradan daha çok kültür ithalatı yapılarak doldurulmaya çalışıldı. İthal edilen de pozitivist burjuva kültürüydü. Bu yüzden de Türk aydınları düşünsel, ideolojik ve kültürel bir bağımlılığa düşüyor. Bu bağımlılık, yaşadıkları dünyayı ve kendi toplumlarının gerçeğini kavaramalarını giderek zorlaştırıyor. Bütün bu olup bitenler, ahlaki ve entellektüel bir iflas göstergesidir. Çünkü aydınlar doğrudan katılmıyor da olsalar, toplumu saran ahlaki çöküntüyü sanki normal bir olguymuş gibi izlemekle yetinmekte ve anlaşılması olanaksız yargılarla durumu hoş göstererek, ona ortak olanların karşısında ne kadar savunmasız, çaresiz ve kandırılabilmeye açık ve müsait olduğunu görüyoruz. Buna örnek olarak da, son dönemde ortaya çıkan, 1915'te Ermeniler'in tehcir kararıyla ilgili olarak, bugün aydın sınıfında gördüğümüz insanların (Prof. Ahmet İnsel, Prof. Baskın Oran, Dr Cengiz Aktar, gazeteci Ali Bayramoğlu v.b.gibi) Ermeni'lerden bireysel olarak özür dilemek amacıyla başlattıkları imza toplama kampanyasının, bugün içine düştüğümüz karanlığın acı bir tablosu olarak karşımızda durmaktadır. Bugün bu konuda yaşadığımız en büyük problem, sadece iktidarları destekleyecek ve iktidarın yönlendirmesiyle hareket edecek kişileri, bilgili kişileri aydın olarak benimsiyoruz. Buna örnek olarak da, Ahmet Altan bir Türk aydını olarak, bir yazısında şöyle diyor: "Din bu toplumun varoluş temellerinden biri ve belki de en önemlisidir. Onun için biz bunu (reel) siyasetin dışına çıkartıp, sosyolojik ve kültürel olarak aldığımız vakit, tekrardan kent dindarlığı doğar." Burada bu aydınımızın yaptığı yönlendirme, sanki, böyle bir şey yokmuş da, dini siyasetin içinden çıkarırsak, kent dindarlığı ortaya çıkarmış. Görüldüğü üzere, toplumun büyük bir kısmının, özellikle şehir insanının, Ahmet Altan'ı çok değerli bir aydın olarak görürken ve onun düşüncelerini doğru kabul ederken, o ise, iktidarın halka benimsetmeye çalıştığı düşüncelerin bayraktarlığını yapmaktadır.Oysaki aydın olmanın bir de entellektüel olma boyutu vardır. Tamamında olmasa bile, belli bir grubu oluşturacak entellektüel zümreye de ihtiyaç vardır. Entellektüelin ayırdedici niteliği, onun siyasal iktidardan ve siyasal iktidarın gerisindeki egemen sınıflardan bağımsızlığı, siyasal iktidar karşısında eleştirel bir tavır içinde olmasıdır. Burada onemli olan zihinsel ve ahlaki bir eğilimdir. Ve bu eğilime uygun davranabilme, tavır alabilme yeteneğidir.


Buradan da anlaşılacagı gibi, insanoğlunun algılaması kendisini ele geçirebilecek her gücün karşısında ne kadar savunmasız, çaresiz ve kandırılabilir olduğunu görüyoruz. Çünkü insanlar, hem toplumsal değerler açısından yaşanan erozyon yüzünden hem de aldıkları yetersiz eğitim sistemleri yüzünden algılamaları da yetersiz kalıyor. Analiz ve sentez yetenekleri olması gerektiği şekilde gelişemiyor, bu yüzden de muhakeme yetenekleri gerektiği gibi çalışmıyor. Karmaşık konuları doğru algılayıp, çözümleyebilmek için algılamanın yüksek seviyede olması gerekiyor. Kavramsal algılamaların (paradigmaların) bütünü, insanların bakış açısını oluşturur. Yaşanan olayların insanlar üzerindeki etkisi, insanların izleyeceği yolu belirler. Bakış açılarını da bu olaylar üzerinden geliştirdikleri için, algılaması yüksek olanlar, algılaması yüksek olmayanlara nazaran, gerçekleri daha net görebilmektedirler. Bunu tüm insanlar üzerinde başarabilmek için, insanların, gözlemleme, anlama, sorgulama, araştırma ve çözüm üretebilmeleri yönünde geliştirilmeleri lazımdır.