“Aynı zamanda hem savaş hazırlığı yapıp, hem de savaşı önleyemezsiniz.”
Albert Einstein
Bugünlerde kimi çevrelerce “Kürt açılımı”, kimi kesimlerce de “Demokratik açılım” adı altında topluma dayatılan bir ayrıştırma süreciyle karşı karşıyayız. Cumhurbaşkanının, Başbakanın ve bütün AKP’lilerin PKK terörünü, Kürt Mücadelesi diye nitelendirdikleri ve bu mücadelenin Türkiye’deki Kürt sorunundan kaynaklandığını, bu mücadelenin sonlanması için de Kürt sorunun çözülmesi gerektiğini savunan ve milleti de buna inandırmaya çalışan tutumları ülke bütünlüğüne karşı oluşturulmuş siyasi bir eylem niteliğindedir. PKK terörünü Kürt mücadelesi diye nitelendirmek, Kürt halkının kendi iradesiyle PKK örgütünü oluşturduğunu ve yıllardır da devlete karşı savaştığının ifadesidir. Yıllardır aynı şeyi, DTP’liler de söylüyorlar ve her söylediklerinde PKK destekçisi diye terörist yandaşçılığı ile suçlanıyorlar.
Nasıl oluyor DTP söyleyince suç oluyor da, AKP söyleyince alkışlanıyor?
Şimdi Başbakan gelen tepkiler üzerine söylemini değiştirdi. PKK’yı Kürt açılımının dışında tuttuğunu ama PKK’nın silah bırakması için Kürtlere demokratik haklar tanınması gerektiğini savunuyor. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu? Diye sorasım var.
O zaman diğer etnik kökenliler de ellerine silahı alıp dağa çıksınlar. Köyleri basıp, masum insanları öldürsünler, bunun karşılığında onlara da ayrı ayrı demokratik açılımlar sunalım.
30 yıl önce PKK’nın dağa çıkma amacıydı neydi? Hatırlayanınız var mı?
Bunlar bu topraklar üzerinde Kürdistan kurmak istemiyorlar mıydı?
Şimdi ise, yok, onlar devlet kurmak istemiyorlarmış, Kürt halkının haklarını savunuyorlarmış ve bu yüzden de anayasanın değişmesi gerekiyormuş. PKK sözcüsü DTP’nin söylemi bu yöndedir.
Meşhur bir atasözümüz vardır. “Köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek gerekir” diye…
Şimdi hükümet de çare olarak, bu Kürt mücadelesini muhatap alarak yani PKK’yı muhatap alarak demokratik açılım adı altında okullarda Kürtçe eğitim verilmesini sağlayıp, anayasada da istedikleri değişiklileri yapınca, “Kürt sorunu halledilmiş olacak ve artık PKK terörü son bulacak böylelikle ülkede istenilen barış ortamı sağlanacak” şeklinde söylemlerle milli beraberliği sağlamaya çalışıyorlar.
Bu sadece Türk halkının zekasını küçümseyip, Türk halkına hakaret etmektir.
Günümüzde terör ve saldırganlığın güçlenmesinin en önemli nedenlerinden biri, Kürtçülüğün, her geçen gün demokratik haklar ve yerel yönetimler gibi gerekçelerle meşrulaştırılmasıdır. Zor koşullar altında yaşayan Doğu ve Güneydoğu halkının bezginliğinden cesaret alarak, ayrı dil, ayrı bayrak, özerklik gibi istekleri dillerinden düşürmeyenler, PKK eylemlerini, bu eylemlere destek veren aşiret taşkınlıklarını, taş atan çocukları güya bağımsızlık savaşı olarak göstermek isteyenler ve bunları Kürt sorunu diye kamuoyuna dayatanlar, terörün siyasal hedeflerini meşru ve haklı göstermekten başka bir şey değildir. DTP de bundan cesaret alarak, “İstediklerimizi yapmazsanız, PKK eylemleri devam edecektir “ şeklindeki söylemleriyle devleti ve toplumu tehdit etmeye devam ediyor.
Her dönemde hak aramayı insan katletmek şeklinde ortaya koyan bir zihniyetin, demokratik haklardan söz etmesi hiç inandırıcı değildir. Ayrıca unutulmaması gereken bir diğer husus da, terörist başının yakalanmasından sonra son bulan PKK eylemlerinin, AKP’nin iktidara gelmesinden sonra yeniden başlatılması ve hükümetin uzun süre bu eylemleri yok sayan bir tavır takınmasıdır. Tekrar başlatılan terör eylemlerini, demokratik açılımın oluşması için, özellikle tasarlanmış bir alt yapı hazırlığı olarak düşünebilir miyiz?
Bu ülkede bu kadar çok etnik grup varken, niye sadece Kürt’lere ayrıcalık tanınması gerekiyor?
Öncelikle, bu sorunun cevabını 1920’lerin dinamiklerinde aramak gerekiyor.
Osmanlı’dan intikal eden Cumhuriyet’in 85 yıllık gelişim sürecinde devam ede gelen bir sorunla karşı karşıyayız. Bu ülkede bir Kürt sorunu varmış gibi gösteriliyor. Ancak, gerçekte Kürt sorunundan ziyade emperyalistlerin başlattığı, Kürtçülük sorunu yani, ırkçılık sorunu vardır.
Bu sorun, emperyalistlerin Osmanlı topraklarında Kürt Devleti kurup, bölge üzerindeki petrol kaynaklarına sahip olmak istemesi ile başladı. ( Kuzey Irak ve diğer bölgelerde olduğu gibi.) Osmanlı döneminde, İngilizlerin bütün hesapları Türk’lerin yenilmesi üzerineydi. Eğer olaylar bu şekilde bir seyir izlerse, o zaman Britanya emperyalistlerin gizli hayali gerçekleşecek ve bu hayal doğrultusunda, İstanbul boğazından Hindistan’a dek, Britanya İmparatorluğunun güvenliğini sağlayacak, aralarında Kürt devletlerinin de bulunduğu ara tampon devletlerin kurulması sağlanacaktı. İngiltere yöredeki emelleri doğrultusunda, Güney Kürdistan dediği Musul’u emperyal amaçlarına ithal etmek için uğraştı. Bu çerçevede Musul sorunu, Kürt meselesiyle iç içe bir boyut kazandı. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. 20 Ekim 1921 de Fransız’larla yapılan Ankara antlaşması ile Fransa ile Türkiye arasındaki savaş durumu son bulmuş, Fransa Sevr Antlaşmasını ret etmiş ve Ankara’daki hükümeti tanımıştır. İtalyan’ların da Anadolu’dan çekilişi, İngiliz’lerin hayallerine büyük sekte vurdu. 21 Kasım 1922’de Lozan görüşmelerinde İngiltere ve Türkiye arasında en büyük sorun Musul’du. Misak-ı Milli sınırları içinde kalan Musul, Mondros Mütarekesinden sonra İngiliz’ler tarafından işgal edildi. Petrol kaynaklarının üzerindeki Musul, kendi hayallerindeki Kürdistan’a bırakılan bölgedeydi. Savaş kanununa göre Musul’u alan İngiliz’ler, artık Musul’a sahipti. Geriye Kuzey Irak’taki Kürt kabileleri arasında propaganda yapıp, onları silahlandırmak kalmıştı ve bunu geçtiğimiz yüzyıl içinde ellerine geçirdikleri her türlü fırsatı çok iyi kullanarak, Kürt’leri isyana teşvik etmişlerdir. Tabi, yıllardır başa gelen hükümetlerin bu konudaki yanlış politikalarının da bu duruma ivme kazandırdığını kabul etmek durumundayız.
Sevr Antlaşmasının maddelerine bakılınca, aslında o maddelerin neredeyse tamamının gerçekleştiğini görebilmekteyiz. Antlaşma hükümlerince, Ermenistan Devleti kurulmuş (28.madde), Suriye, Musul, Kerkük, Filistin elimizden çıkmış, Filistin’de Yahudi Devleti kurulmuş (madde 94-97), Suudi Arabistan ayrı bir devlet olmuş (madde 98), şimdi geriye,antlaşmanın 63. Ve 64. Maddelerin yerine getirilmesi kalmıştır. Bu da nedir? Antlaşmaya göre, Türkiye’nin, Fırat Nehrinin doğusunda Ermenistan, Irak ve Suriye arasında kalan bir bölgede bir Kürt Devletinin oluşturulmasıdır. Şu anda İngiliz’lerden bayrağı devraldığı gözlemlenen Amerika, Ortadoğu Projesini hayata geçirebilmesi için ivedilikle bu maddelerin işlevsel hale dönüştürülmesini ve bölgede Türk Devletinin, Türk gücü olarak değil, Kürt hakimiyeti olarak bulunmasını dayatarak, ulusal bölünmenin yolunu açacak zemini hazırlamıştır.
Türkiye’de emperyalistler tarafından oluşturulmuş ve geçmiş hükümetlerin bilinçli veya bilinçsizce uyguladıkları Kürt politikaları yüzünden ortaya çıkmış ve bugün Türkiye’nin içsel problemi şeklinde nitelendirilen ama dışsal baskıyla ve konjonktürel karşı basıncın etkisiyle sorunun çözülmeye çalışılması, gerçekte yapılmak istenilenin,Demokrasi, eşitlik, özgürlük adı altında Sevr Antlaşmasının gereklerini yerine getirmek olduğunu anlamamak için gerçekten çok saf olmak gerekiyor. Kapitalistlerin neoliberal politikalarının açmazlarını çözüme kavuşturmak adına ortaya çıkardıkları proje veya projelerde Ortadoğu önemli ölçüde göze batar durumdadır. Ortadoğu problemi kapitalistlerin, daha genel bir yaklaşımla neo-liberal saldırganlığın çözmek zorunda olduğu hayati önem arz eden bir sorunsal olarak görülmektedir. Bu perspektifte batı hayranı ülkemize de önemli roller çizilmiş durumdadır. Hatta bu konuda ortaya çıkmış bir sürü hayali haritalar mevcuttur. Emperyalist odakların haince emellerinin ülkemiz coğrafyasındaki ayağının işlevsel bir hal kazanabilmesi, uygulanabilir bir kimliğe ulaşabilmesi adına siyasal-politik istikrar şart koşulmaktadır. Bugün gökten zembille inmiş gibi demokratikleşme adı altındaki liberalizme ve emperyalizme bağımlılaşma açılımlarının temelini algılayabilmek için konjonktörü iyi bir biçimde çözümlemek ve analiz etmek gerekmektedir.
Demokratik hak arayanlar, Kürt halkına kendi feodal yapıları içinde ne kadar demokratik haklar tanıyorlar?
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkes, etnik, din, dil, ayrımcılığı yapılmaksızın herkes eşit haklara sahiptir. Herkes Türk ulusunun bir parçası olarak istediği yerde yaşama hakkına ve devlet yönetimine kadar yükselebilme şansına sahiptir. Anayasamız herkese bu konuda eşit haklar sağlamıştır. Oysa ki, Kürt’lerin feodal yapıları, ağaların dışında Kürt halkına kalkınma ve toprak sahibi olma hakkını tanımamaktadır. Bu yüzden bugüne kadar hükümetler tarafından oy kaygısı yüzünden,ne toprak reformu ne de tarım reformu yapılabilmesi mümkün olamamıştır. Bu reformlar gerçekleştirilemediği sürece de bölge halkının kalkındırılması mümkün olamamaktadır ve bunun sorumlusu olarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti gösterilmektedir. Oysaki, toprak reformunu yaptırmayan, Kürt halkının haklarını savunduğunu söyleyen, bu PKK yandaşçısı toprak ağalarıdır. 1980 ‘li yıllardan beri Devletin bölgeye yaptığı para yardımlarını bu toprak ağaları, marabalarıyla ne kadar paylaştı? Kendi dillerini konuşamadıklarını söyleyip, Kürt halkının mağdur edildiğini iddia edenler bu konuda Kürt halkının haklarını savunsalar ve onlara insanca yaşamanın yollarını açsalar, çok daha inandırıcı ve gerçekçi olurlar, Türk halkından da gereken desteği görürlerdi. Aydınlarımız da Kürtler kendi dillerini konuşamıyor diye yaygara yapacaklarına, Doğu ve Güneydoğu halkının aşiretler tarafından nasıl sömürüldüklerini ve mağdur edildiklerini dile getirseler, sorunun çözülebilmesi adına çok daha faydalı iş yapmış olurlar.
Bu durumda Başbakana sormak istiyorum:
Milli beraberliği oluşturacağını söylediği bu demokratik açılımının içinde toprak reformu da var mı? Varsa dil problemini gündeme getirdikleri gibi bu konuyu da niye hiç gündeme getirmiyorlar?
Gerçekten bu açılımın iyi niyetle uzlaşmacı bir yol izlediğini savunabilmeleri için, ilk önce bu açılımın hangi çevreler tarafından, hangi çıkar ilişkileri ile ve ne şekilde gerçekleşeceğini en doğru şekliyle açıklamaları lazımdır.
Ayrıca bir başka husus daha var. 1950’lerden günümüze kadar devam eden göçler yüzünden bugün, Doğu Anadolu’nun ve Güneydoğu Anadolu’nun neredeyse tamamen boşalmış olması gerekmiyor muydu? Türkiye’nin nüfusunun 72 milyon olduğu iddia ediliyor. Nüfusun üçte ikisi büyük şehirlerde ve batı illerinde yaşıyor ise, kalan üçte birlik kesim olarak Anadolu’nun yüzölçümü dikkate alındığında, o kocaman coğrafyada biraz fazlaca kalabalık değiller mi? Şehirlerde yaşayan Anadolu halkı ise, o zaman Anadolu’da yaşayanlar kim? Yapılan resmi açıklamalarla, illerdeki nüfusun arasında ciddi farklar var. Bırakın Doğu illerini, büyük şehirlerde de bu konuda ciddi farklar görülmektedir. Sizce İstanbul’un nüfusu 15 milyon mudur? Bir, 12 yıl öncesi 13 milyonluk İstanbul’u gözünüzün önüne getirin, bir de şimdiki 15 milyonluk olduğu iddia edilen İstanbul’a bakın.Varoşların aldığı göçlerin yanı sıra, bu süre içinde yapılandıran ve bünyesinde yüz binleri barındıran uydu kentler içinde İstanbul’un yerlisi mi oturmaktadır? Bu size inandırıcı geliyor mu? Bununla beraber Doğu’da göç veren illerin aynı zamanda aynı şekilde göç aldığı gözlemlenmektedir. Başbakanın ABD’de yaptığı basın toplantısında, nihayet bir gazetecinin akıl edip, Türkiye’nin nüfusunun 72 milyon gösterilmesine rağmen 98 milyona ulaştığını sorması karşısında, Başbakanın olayı inkar etmeyip, “Ne güzel” demesi, yıllardır Doğu ve Güneydoğu’da, çevre ülkelerden özellikle Irak, İran ve Suriye Kürtlerinin Türk topraklarına kaydırılmasını ve bölgedeki Kürt nüfusunun arttırılması yönünde yapılan çalışmaları doğrular niteliktedir. Eğer hal böyleyse; Nüfus kaydırılması ile oluşturulan bu etnik kabileler gerçekten bu topraklarda hak sahibi midirler? Bu konunun üzerine gidilmesi ve toplumun bu konuda reel rakamlar üzerinden bilgilendirilmesi lazımdır.
Toplum bilincinin oluşturulmasında en önemli etken, ortak paydada din, dil, milli kültür ve paylaşılan ortak zaferler ya da ortak felaketler karşısında birlikte hareket edebilme refleksinin sonucuyla aitlik duygusunun inşa edilebilmesidir. Bu sayede millet olgusu ortaya çıkmaktadır. Toplumsal düzen kurgusunda millet olgusunun önemi, insanları bir arada tutan ortak değerlerin ön plana çıkması ile toplumu oluşturan unsurların belirleyiciliği ve yaşam modelinin tayininde etkin rolü olmasıdır.
Toplumların yönetilmesinde ve toplumsal düzenin oluşturulmasında çok önemli rolü olan ideolojilerin, artık sistem dışı kaldığını, siyasi görüşlerin hiçbir ideolojiye dayandırılmadan politik paradigmalar üzerinden yürütüldüğünü ve toplumların kavramsal algılarını (Paradigmalarını), hükümetlerin paket programlar halinde basın yoluyla ya da sosyal oluşumlar içinde bireysel hareketler üzerinden geliştiğini gözlemlemekteyiz. Bu konuda dikkati çeken en önemli husus oluşturulan siyasi görüşlerin sabun köpüğü şeklinde çok çabuk eriyip, gittiğidir. Sağlam bir zemine oturtulmayan siyasetin, uzun vadede hiçbir getirisi olmayan ve sorunlar karşısında çözüm üretemeyen, sadece günü kurtarmak ve kavram karmaşası ile toplumu içinde bulunduğu durumun idrakından uzak tutabilme gayretleri ile yaratılan suni gündemlerle, kapalı kapılar ardında halka hissettirilmeden hedeflenen sonuca oluşabilmeleri açısından oluşturulan bu sabun köpüğü politikalar ülke geleceğini ciddi bir şekilde tehdit etmektedir. Çünkü uygulanan politikalar, birleştirici ortak paydaları “bireysel özgürlükler” adı altında ortadan kaldırarak, insanları birbirinden uzaklaştırmaktadır.
Yaklaşık yüz yıldır bu ülke üzerinde oynan oyunları görmezden geldiğimiz sürece ve gerçeklerle yüzleşmekten kaçındığımız takdirde, böyle suni gündemlerle millet olarak uyutularak elimizdekileri başkalarına kaptırmaya mahkumuz.
SAADET TOKSÖZ.
3 Kasım 2009 Salı
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)