HANGİ ZAFERİ KUTLUYORUZ?
30 Ağustos zafer bayramı…
Bugünkü ahval ve şeriat içinde hangi zaferi kutlayacağız?
O zaman Türk milletinin karşısında eli silahlı düşmanlar vardı, bugün ise meydana çıkmaya cesaret edemeyen, kalleşçe arkadan vurmaya çalışan düşmanlar var.
Hangisi daha kolay?
Düşmanının kim olduğunu bilerek mi savaşmak? Yoksa kimle savaşmak zorunda olduğunu bilmeden boşluğa kurşun sallamak mı?
O gün ile bugün arasındaki tek fark budur. Yoksa bir şey kazandığımız yok.
Savaş hala devam ediyor ve bu defa kalelerimiz içten kuşatılmış, Truva atlarına biat ediyoruz.
Milleti bu safsatalarla uyutup, yıllardır içten içe silahla yapamadıklarını, içimize soktukları Truva atlarıyla yaptılar. Elimizde ne varsa aldılar ve biz hala ulusal egemenliğini kazanmış bir millet, kendi özgür iradesiyle hareket eden bir devlet olduğumuzu düşünüyoruz.
Düşünüyoruz da nereye kadar?
Adama sormazlar mı?
Ülke yönetimini, Avrupa’ya, Amerika’ya sormadan tuvalete gidemeyen insanların eline teslim etmişsin, bu durumda nasıl kazanılmış bir zaferden bahsediyorsun? Diye..
Neyin zaferidir bu?
İşgal edilen topraklarımızı atalarımız canları pahasına geri alıp bize emanet ettikten sonra, biz de bu toprakları kendi elimizle düşmana altın tabakta sunmamızın zafer midir?
Özgürlüğümüz için mücadele eden Kubilay’ları katleden insanlar tarafından yönetiliyoruz.
Bu millet bu gerçekle ne zaman yüzleşecek?
“Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diye diye bugünlere gelindi. O yılanın bir gün gelip, bu sözün arkasına sığınanları da sokacağı, o zaman da, çoktan iş işten geçmiş olacağı gerçeğini anlamak bu kadar zor mu?
Artık, bırakalım bu züğürt tesellilerini de, bu durumdan yakamızı nasıl kurtarırız? Ona bakalım.
Gün, kutlama günü değil, mücadele günüdür.
Emanete sahip çıkma günüdür.
Kaybettiğimiz özgürlüğümüzü yeniden kazanma günüdür.
Bu milletin, hala bunu yapabilecek cesarete ve güce sahip olduğunu düşünüyorum.
SAADET TOKSÖZ
30 Ağustos 2009 Pazar
24 Ağustos 2009 Pazartesi
DARBE PARADOKSU
DARBE PARADOKSU
AKP hükümeti, iktidara geldikleri günden beri anayasada yapmak istedikleri değişiklikler ve toplumu Kemalist çizginin dışına çıkarmak için uyguladıkları politikalar yüzünden her an hükümetin düşürüleceği korkusuyla yaşıyorlar. Nitekim de, Anayasa Mahkemesi tarafından laikliğe aykırı davranışların odağı olma suçundan cezalandırılması, bu korkularının da çok yersiz olmadığı, yaptıkları uygulamaların anayasaya aykırı olduğunun bilinciyle önlerine çıkabilecek engelleri Ergenekon adı altında bertaraf etmeye çalışıyorlar. Önümüze çok komik bir senaryo koydular. Bu senaryonun temelleri iktidara gelir gelmez oluşturulmaya başlanmıştı. Çünkü onlar, politik psikoloji taktikleriyle bir karşı darbe operasyonu hazırlamazlarsa, hiçbir zaman emellerine nail olamayacaklarını çok iyi biliyorlardı. Bu sebeple, 2003 yılında Başbakan, “Elimizde çok önemli bilgiler var. Çok kişinin başı yanacak.” şeklindeki açıklamaları, bize bu senaryonun ilk ipuçlarını vermişti. Ancak Başbakan’ın ne demek istediği, kamuoyu tarafından pek anlaşılamamıştı. Daha doğrusu gözdağı verilerek hedeflenen kitlenin kimler olduğu anlaşılamamıştı. Çünkü, milli görüş gömleğini çıkardıklarını ve laik düzene karşı olmadıklarını savunuyorlardı.
Ergenekon davası toplumu yapay bir gündemle oyalamak için ortaya atılmış bir olgu olmasa da sonuçta hemen her kesimin dahil olduğu bir tartışma başlatmış ve bu, toplum içinde sınıfsal bakış açısının zayıflığı oranında hem yanlış saflaşmaların hem de bir çeşit hegemonya kurmanın aracı olmuştur. Bu, aynı zamanda toplumu yönlendirme yöntem ve araçlarının gelişkenliğinin ve bu araçların sistem tarafından ne denli başarıyla kullanılabildiğinin göstergesidir.
AKP sayesinde bir çok ilklere imza atıldı. Örneğin, milletvekili adaylığı şaibeli bir şekilde özel izinlerle seçimlere katılan ve hakkında bir sürü yolsuzluk davaları açılan bir Başbakanımız oldu. Göreve gelir gelmez ilk yapılan iş, laikliğin korunması ilkesini anayasadan çıkardılar. Bunun üzerine Başbakan, “Türkiye’de irtica tehlikesi yoktur, bu sebeple anayasada böyle bir maddeye gerek yoktur” dedi. Bir müddet sonra da Başbakan şöyle bir açıklamada bulundu. “Bu ülkede yaşayan insanların %99u Müslümandır. Hem laik, hem de Müslüman olunmaz. Ya Müslüman olacaksın yada laik” diyerek toplumun kendi içinde Müslüman ve laik diye ikiye bölünmesine sebep oldu. Halk arasında kutuplaşmanın temelleri atıldı. Bu ülkede hiç kimsenin irticai faaliyetlerde bulunmasına gerek yoktur. Başbakanın söylemleri yetiyor zaten..
Sonra dolandırıcılık suçundan yargılanan ve yargılanması esnasında bu ülkede Başbakanlık ve Dış işleri Bakanlığı yapan, daha sonra yargılanması sona eren bir Cumhurbaşkanımız oldu. Bütün bunlar olurken Cumhurbaşkanımızın eşi, anayasamızı AHİM e şikayet ederek Türkiye Cumhuriyeti Devletinden davacı oldu. Şu anda Çankaya Köşkünde, Cumhurbaşkanı eşi olarak Türkiye Cumhuriyeti Devletini temsil ediyor.Yalnız, Türbanın kamu alanında giyilmesi, anayasamızda kılık kıyafet kanununa göre hala suç saylıyor ama bu yasa bu hükümetin eşlerini kapsamıyor.
Yargı tarafından dolandırıcılık suçu kesinleşmiş olan Erbakan’ı Cumhurbaşkanımız kıyamadı affetti. (İkisi de aynı suçtan yargılanıyorlardı.) İç edilen trilyonların akıbeti bilinmiyor. Bu arada suçunun ne olduğu dahi açıklanmayan laik rejimi savunan insanlar, Ergenekon soruşturması adı altında 1 yıldan fazla bir süredir hapiste yatmaktadırlar. Suçlu olup olmadıklarını anlamak için, davanın gidişatına göre daha birkaç yıl içerde yatacak gibi görünüyorlar. Peki, bu insanlar dava sonunda suçsuz bulunurlarsa o zaman ne olacak? Toplum nezdinde terörist ilan edilen bu insanların beraat etmeleri halinde kırılan onurları ve kaybedilen prestijlerini, eskilerin deyimiyle iade-i itibarı nasıl kazanacaklar? Suçlu olmadığı bir konuda beraat etmek, o kadar zaman hapiste çekilen sıkıntıların bedeli olarak ödül mü olacak?
Tam bu esnada, bu sorular içinde boğulurken, Anayasa mahkemesi başkanımız Haşim Kılıç’ın açıklamaları geldi.
Anayasa başkanımız açıklamalarında şöyle diyordu:
İSTEDİĞİMİ YAPARIM OLMAZ.
Demokrasilerde elbette egemenlik halka aittir ama egemenliği kullanan siyasi otorite sınırsız değildir. Anayasa mahkemeleri, halk iradesi sonucu ortaya çıkan yasama ve yürütme organlarını sınırlandırmak için kurulmuştur. Bu mahkemelerin meşruiyeti de temel hak ve özgürlükleri korumak amacıyla çoğunluk iktidarını sınırlandırma işlevinden kaynaklanır.
Burada başkana sormak gerekiyor. Hal böyleyse, o zaman insanların temel hak ve özgürlükleri hiçe sayılarak, insanları dinleme kararları çıkarılırken neredeydiniz?
TÜRBANDA YANLIŞ YAPTINIZ.
Demokratik anlayışın zorunlu kıldığı ‘karşı dengelerin sağlanması’ toplumsal uzlaşmayı, dolayısıyla sorunların çözümünü kolaylaştırır. Nitekim sayısal çoğunluğun bağlı olarak her toplumsal sorunu, karşı dengeleri gözetmeden anayasal norm bazında çözme girişimleri, yakın zamanda onarılması çok zor tarihi hataların yapılması sonucunu doğurmuştur.
Bu nasıl bir yaman çelişkidir ki, AKP’nin kapatılma davasında mahkeme üyelerinin çoğu AKP’ yi suçlu bulurken mahkemenin başkanı olarak bu düşünceleri doğrultusunda hareket etmemiş ve boş oy kullanmıştır? O zaman durumun farkında değildi de yeni mi idrak ettiler?
ERGENEKONDA SUÇ İŞLENİYOR.
Yargı kararı olmadan suçlu ilan edilen insanların onurları yok edilmektedir. Bu bir insanlık suçudur. Yasaları uygulama aşamasındaki özensizlikler, onarılması güç yaralar açmaktadır. Açıkça suç olmasına rağmen yargıyı etkileme ve yönlendirme çabaları halen devam etmektedir. Savcılarımızın işlenen bu suça karşı hareketsizliği ise düşündürücü ve üzücüdür.
Asıl düşündürücü ve üzücü olan, hukuksuzluğu, adaletsizliği kendine düstur edinmiş Adalet ve Kalkınma Partisinin icraatları karşısında hukuksal sistemin işletilemediğini en yetkili ağızdan duymak, toplumu ciddi olarak ümitsizliğe düşürmektedir. Artık sosyal adaletin ortadan kalktığını, diktatörlük rejiminin hakim olduğu ve kendilerinden olmayanlara yaşama hakkı tanımayan bir zihniyetle yönetiliyor oluşumuz ve bunun karşısında hiçbir şey yapılamıyor oluşu, artık Osmanlı’nın son dönemlerinde yaşadığı çaresizliği, biz de Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak yaşadığımızın en bariz göstergesidir. Bununla beraber, bütün bunları yaparken her an darbe olacak paranoyasıyla askeri yıpratma ve toplumun gözünde prestij kaybetmesi için sürekli asılsız darbe planları, belgeleri kamuoyuna sunulup, Hitler mantığı güdüp, Polis-Devlet gücünün oluşturulmasına çalışılıyor. Askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasını öngören düzenlemenin ardından topluma, artık güvendiğiniz dağlara kar yağacak mesajını veriyorlar. Türkiye Cumhuriyeti Devletini ortadan kaldırmaya çalışanlar, bu cumhuriyeti, canları pahasına “koruyup, kollamaya” çalışan askerleri terörist diye yargılayıp, Genelkurmay başkanı İlker Başbuğu’n da söylediği gibi iç mihraklar tarafından sürdürülen psikolojik savaş askere olan güvenin sarsılması için mücadele veriyorlar.
TÜRK HALKINA SORUYORUM
Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), Türkiye Cumhuriyeti Devletini içten ve dıştan gelecek olan tehditlere karşı savunma vazifesini üstlenmiş olan silahlı devlet kuvvetidir. Yaptırım gücünü Türkiye Cumhuriyeti anayasasından alır.
Merak ediyorum. Dıştan gelecek saldırılar bellidir. İçten gelecek tehditler nelerdir?
Farz edelim siyasiler ülkeyi bölünmeye, parçalanmaya götürürse, (Demokrasi çerçevesi içinde) buna kim dur der ve engel olur???
Anayasa mahkemesi tarafından yargılanıp, laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğu kararı çıkmış ve bunun sonucunda cezaya çarptırılmış bir partinin iktidarındaki hükümet, laik bir rejimle yönetilen bir devleti layığı ile yönetebilir mi?
Türk ordusu için, terör ve irticai eylemler devletin ve milletin bütünlüğü için tehdit oluştururken, iktidardaki hükümet için tehdit oluşturmuyor ise; devletin bütünlüğüne yapılmış saldırıları bertaraf etmeye çalışan askerlerimiz hükümet tarafından vatan hainliği şeklinde nitelendiriliyor ise; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni koruyup ve kollamakla görevli olan TSK, içerde oluşan bu tehditlere karşı bu devleti nasıl koruyacak?
Ayrıca AKP iktidarındaki bu hükümet niye sürekli askerin kendilerine darbe yapacağı endişesi içindeler? Bundan önceki hükümetlerin böyle bariz bir şekilde ortaya çıkmış endişeleri olmuş muydu?
Her şeyden önce Türk halkının bu sorulara cevap araması lazımdır.
Aslında gerçekleri görmek isteyenler için bu soruların cevabı gün gibi ortadır.
Darbelerin temel nedeni, emperyalizmin ve işbirlikçi burjuvazinin ihtiyaçları dahilinde sistemin yeniden düzenlenmesi ve egemen sınıf ilişkilerini tehdit edebilecek toplumsal mücadelenin bertaraf edilmesidir.
Peki! Bugün mevcut düzeni değiştirmek isteyenler kimlerdir? Daha doğrusu gerçekte darbe yapmak isteyenler kimlerdir?
Laik rejimi korumaya çalışan asker mi darbe yapmak istiyor? Yoksa laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmuş iktidar partinin hükümeti mi darbe yapmak istiyor?
1980’lerden sonra ABD, askeri diktatörlüklere karşı gelişen halk tepkisi nedeniyle kendisine bağımlı ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de bir darbeyi ihtiyaç olmaktan çıkaracak düzenlemelere gitti. O tarihlerde burjuvazi el değiştirdi. 12 eylül öncesindeki tekelci burjuvazi bir kesimine kadar daralınca, onun dışında kalan kesimler de alabildiğine genişleyip, güçlendi.1990’lara gelindiğinde Türkiye’de tekelci burjuvazi daha önceki konumuna göre çok daha fazla güçlenmiş, toplumu tepeden tırnağa biçimlendirecek hale gelmiş ve AKP’ye hareket alanı sağlamıştır. Artık o konjonktürde tekelci burjuvazinin her tıkandığında önünü darbelerle açma şansı büyük oranda ortadan kalkmıştır. Çünkü artık devleti tamamen idaresi altına almış, çok daha geniş bir yelpazede varlık gösteren burjuva katmanlar var.
AKP ve onun arkasındaki egemen sınıflar Cumhuriyet Mitinglerinin hazırlık sürecinde boş durmamış, bu hareketi etkisizleştirebilmek için kapsamlı bir hazırlık yapmış ve uygun bir konjonktürde Ergenekon Davası’nı devreye sokmuştur. Ergenekon, sanıkların nitelikleri itibariyle homojen bir dava değildir. Burada iki temel amaçtan söz edilebilir; birincisi, kendi duruşunu ve emperyalizmle ilişkilerini meşru kılıp, arkasına kitleleri toplamak; ikincisi, davayı çatıştığı sermaye kesiminin temsilcilerinin üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallayarak onları dize getirmek. Diğer bir ifadeyle AKP, bir kötülüğü tasfiye etmekten çok, o kötülüğü tasfiye ediyor gibi görünmenin meşruiyetini arkasına alarak, en antidemokratik duruşuna rağmen kitleleri yedeklemek amaçlıyor.
Amaç, belirtildiği gibi gerçekten bugüne kadar kimsenin üzerine gidemediği çeteleri çökertmek olsaydı, Susurluk dosyasının raftan indirilerek ciddi bir yargılamadan geçirilmesi bile ciddi bir ihtiyacı belirli oranda karşılardı. AKP ise, tam aksini yaptı; işin içine 1 milyon kişinin dinlenmesine dayalı telefon kayıtları, yarım milyon sayfa belge v.b. girince konu aydınlanmış değil, tam aksine boğulmuş ve hedef dağıtılmış oldu. Dava öyle bir hale getirildi ki, AKP’ye muhalefet eden herkese Ergenekoncu şüphesi düşürüldü. Sonuçta öyle apolitizasyon bir ortam yaratıldı ki, herkes gölgesinden korkar oldu.
Sistem artık fiziki imha yöntemlerinden çok, algıyı yönlendirerek kişiyi taraf kılma, kazanma yöntemine başvuruyor. Bu şekilde solda duran veya aydın kimliği ile duran pek çok kişi farkında olmadan sisteme yedeklenmiş ve sistemin hizmetine girmiş hale getirilebiliyor. Böylece sınıfsal bakış açısı dağıtılabildiği oranda, gerçekte sınırları belli olmayan bir hedef, Don kişot’un yeldeğirmenleriyle mücadelesi gibi bir soyut bir düşman yaratılarak bunun etrafında taraflar üstü, sınıfsallık dışı bir buluşma gerçekleştiriliyor.
SAADET TOKSÖZ
AKP hükümeti, iktidara geldikleri günden beri anayasada yapmak istedikleri değişiklikler ve toplumu Kemalist çizginin dışına çıkarmak için uyguladıkları politikalar yüzünden her an hükümetin düşürüleceği korkusuyla yaşıyorlar. Nitekim de, Anayasa Mahkemesi tarafından laikliğe aykırı davranışların odağı olma suçundan cezalandırılması, bu korkularının da çok yersiz olmadığı, yaptıkları uygulamaların anayasaya aykırı olduğunun bilinciyle önlerine çıkabilecek engelleri Ergenekon adı altında bertaraf etmeye çalışıyorlar. Önümüze çok komik bir senaryo koydular. Bu senaryonun temelleri iktidara gelir gelmez oluşturulmaya başlanmıştı. Çünkü onlar, politik psikoloji taktikleriyle bir karşı darbe operasyonu hazırlamazlarsa, hiçbir zaman emellerine nail olamayacaklarını çok iyi biliyorlardı. Bu sebeple, 2003 yılında Başbakan, “Elimizde çok önemli bilgiler var. Çok kişinin başı yanacak.” şeklindeki açıklamaları, bize bu senaryonun ilk ipuçlarını vermişti. Ancak Başbakan’ın ne demek istediği, kamuoyu tarafından pek anlaşılamamıştı. Daha doğrusu gözdağı verilerek hedeflenen kitlenin kimler olduğu anlaşılamamıştı. Çünkü, milli görüş gömleğini çıkardıklarını ve laik düzene karşı olmadıklarını savunuyorlardı.
Ergenekon davası toplumu yapay bir gündemle oyalamak için ortaya atılmış bir olgu olmasa da sonuçta hemen her kesimin dahil olduğu bir tartışma başlatmış ve bu, toplum içinde sınıfsal bakış açısının zayıflığı oranında hem yanlış saflaşmaların hem de bir çeşit hegemonya kurmanın aracı olmuştur. Bu, aynı zamanda toplumu yönlendirme yöntem ve araçlarının gelişkenliğinin ve bu araçların sistem tarafından ne denli başarıyla kullanılabildiğinin göstergesidir.
AKP sayesinde bir çok ilklere imza atıldı. Örneğin, milletvekili adaylığı şaibeli bir şekilde özel izinlerle seçimlere katılan ve hakkında bir sürü yolsuzluk davaları açılan bir Başbakanımız oldu. Göreve gelir gelmez ilk yapılan iş, laikliğin korunması ilkesini anayasadan çıkardılar. Bunun üzerine Başbakan, “Türkiye’de irtica tehlikesi yoktur, bu sebeple anayasada böyle bir maddeye gerek yoktur” dedi. Bir müddet sonra da Başbakan şöyle bir açıklamada bulundu. “Bu ülkede yaşayan insanların %99u Müslümandır. Hem laik, hem de Müslüman olunmaz. Ya Müslüman olacaksın yada laik” diyerek toplumun kendi içinde Müslüman ve laik diye ikiye bölünmesine sebep oldu. Halk arasında kutuplaşmanın temelleri atıldı. Bu ülkede hiç kimsenin irticai faaliyetlerde bulunmasına gerek yoktur. Başbakanın söylemleri yetiyor zaten..
Sonra dolandırıcılık suçundan yargılanan ve yargılanması esnasında bu ülkede Başbakanlık ve Dış işleri Bakanlığı yapan, daha sonra yargılanması sona eren bir Cumhurbaşkanımız oldu. Bütün bunlar olurken Cumhurbaşkanımızın eşi, anayasamızı AHİM e şikayet ederek Türkiye Cumhuriyeti Devletinden davacı oldu. Şu anda Çankaya Köşkünde, Cumhurbaşkanı eşi olarak Türkiye Cumhuriyeti Devletini temsil ediyor.Yalnız, Türbanın kamu alanında giyilmesi, anayasamızda kılık kıyafet kanununa göre hala suç saylıyor ama bu yasa bu hükümetin eşlerini kapsamıyor.
Yargı tarafından dolandırıcılık suçu kesinleşmiş olan Erbakan’ı Cumhurbaşkanımız kıyamadı affetti. (İkisi de aynı suçtan yargılanıyorlardı.) İç edilen trilyonların akıbeti bilinmiyor. Bu arada suçunun ne olduğu dahi açıklanmayan laik rejimi savunan insanlar, Ergenekon soruşturması adı altında 1 yıldan fazla bir süredir hapiste yatmaktadırlar. Suçlu olup olmadıklarını anlamak için, davanın gidişatına göre daha birkaç yıl içerde yatacak gibi görünüyorlar. Peki, bu insanlar dava sonunda suçsuz bulunurlarsa o zaman ne olacak? Toplum nezdinde terörist ilan edilen bu insanların beraat etmeleri halinde kırılan onurları ve kaybedilen prestijlerini, eskilerin deyimiyle iade-i itibarı nasıl kazanacaklar? Suçlu olmadığı bir konuda beraat etmek, o kadar zaman hapiste çekilen sıkıntıların bedeli olarak ödül mü olacak?
Tam bu esnada, bu sorular içinde boğulurken, Anayasa mahkemesi başkanımız Haşim Kılıç’ın açıklamaları geldi.
Anayasa başkanımız açıklamalarında şöyle diyordu:
İSTEDİĞİMİ YAPARIM OLMAZ.
Demokrasilerde elbette egemenlik halka aittir ama egemenliği kullanan siyasi otorite sınırsız değildir. Anayasa mahkemeleri, halk iradesi sonucu ortaya çıkan yasama ve yürütme organlarını sınırlandırmak için kurulmuştur. Bu mahkemelerin meşruiyeti de temel hak ve özgürlükleri korumak amacıyla çoğunluk iktidarını sınırlandırma işlevinden kaynaklanır.
Burada başkana sormak gerekiyor. Hal böyleyse, o zaman insanların temel hak ve özgürlükleri hiçe sayılarak, insanları dinleme kararları çıkarılırken neredeydiniz?
TÜRBANDA YANLIŞ YAPTINIZ.
Demokratik anlayışın zorunlu kıldığı ‘karşı dengelerin sağlanması’ toplumsal uzlaşmayı, dolayısıyla sorunların çözümünü kolaylaştırır. Nitekim sayısal çoğunluğun bağlı olarak her toplumsal sorunu, karşı dengeleri gözetmeden anayasal norm bazında çözme girişimleri, yakın zamanda onarılması çok zor tarihi hataların yapılması sonucunu doğurmuştur.
Bu nasıl bir yaman çelişkidir ki, AKP’nin kapatılma davasında mahkeme üyelerinin çoğu AKP’ yi suçlu bulurken mahkemenin başkanı olarak bu düşünceleri doğrultusunda hareket etmemiş ve boş oy kullanmıştır? O zaman durumun farkında değildi de yeni mi idrak ettiler?
ERGENEKONDA SUÇ İŞLENİYOR.
Yargı kararı olmadan suçlu ilan edilen insanların onurları yok edilmektedir. Bu bir insanlık suçudur. Yasaları uygulama aşamasındaki özensizlikler, onarılması güç yaralar açmaktadır. Açıkça suç olmasına rağmen yargıyı etkileme ve yönlendirme çabaları halen devam etmektedir. Savcılarımızın işlenen bu suça karşı hareketsizliği ise düşündürücü ve üzücüdür.
Asıl düşündürücü ve üzücü olan, hukuksuzluğu, adaletsizliği kendine düstur edinmiş Adalet ve Kalkınma Partisinin icraatları karşısında hukuksal sistemin işletilemediğini en yetkili ağızdan duymak, toplumu ciddi olarak ümitsizliğe düşürmektedir. Artık sosyal adaletin ortadan kalktığını, diktatörlük rejiminin hakim olduğu ve kendilerinden olmayanlara yaşama hakkı tanımayan bir zihniyetle yönetiliyor oluşumuz ve bunun karşısında hiçbir şey yapılamıyor oluşu, artık Osmanlı’nın son dönemlerinde yaşadığı çaresizliği, biz de Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak yaşadığımızın en bariz göstergesidir. Bununla beraber, bütün bunları yaparken her an darbe olacak paranoyasıyla askeri yıpratma ve toplumun gözünde prestij kaybetmesi için sürekli asılsız darbe planları, belgeleri kamuoyuna sunulup, Hitler mantığı güdüp, Polis-Devlet gücünün oluşturulmasına çalışılıyor. Askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasını öngören düzenlemenin ardından topluma, artık güvendiğiniz dağlara kar yağacak mesajını veriyorlar. Türkiye Cumhuriyeti Devletini ortadan kaldırmaya çalışanlar, bu cumhuriyeti, canları pahasına “koruyup, kollamaya” çalışan askerleri terörist diye yargılayıp, Genelkurmay başkanı İlker Başbuğu’n da söylediği gibi iç mihraklar tarafından sürdürülen psikolojik savaş askere olan güvenin sarsılması için mücadele veriyorlar.
TÜRK HALKINA SORUYORUM
Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), Türkiye Cumhuriyeti Devletini içten ve dıştan gelecek olan tehditlere karşı savunma vazifesini üstlenmiş olan silahlı devlet kuvvetidir. Yaptırım gücünü Türkiye Cumhuriyeti anayasasından alır.
Merak ediyorum. Dıştan gelecek saldırılar bellidir. İçten gelecek tehditler nelerdir?
Farz edelim siyasiler ülkeyi bölünmeye, parçalanmaya götürürse, (Demokrasi çerçevesi içinde) buna kim dur der ve engel olur???
Anayasa mahkemesi tarafından yargılanıp, laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğu kararı çıkmış ve bunun sonucunda cezaya çarptırılmış bir partinin iktidarındaki hükümet, laik bir rejimle yönetilen bir devleti layığı ile yönetebilir mi?
Türk ordusu için, terör ve irticai eylemler devletin ve milletin bütünlüğü için tehdit oluştururken, iktidardaki hükümet için tehdit oluşturmuyor ise; devletin bütünlüğüne yapılmış saldırıları bertaraf etmeye çalışan askerlerimiz hükümet tarafından vatan hainliği şeklinde nitelendiriliyor ise; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni koruyup ve kollamakla görevli olan TSK, içerde oluşan bu tehditlere karşı bu devleti nasıl koruyacak?
Ayrıca AKP iktidarındaki bu hükümet niye sürekli askerin kendilerine darbe yapacağı endişesi içindeler? Bundan önceki hükümetlerin böyle bariz bir şekilde ortaya çıkmış endişeleri olmuş muydu?
Her şeyden önce Türk halkının bu sorulara cevap araması lazımdır.
Aslında gerçekleri görmek isteyenler için bu soruların cevabı gün gibi ortadır.
Darbelerin temel nedeni, emperyalizmin ve işbirlikçi burjuvazinin ihtiyaçları dahilinde sistemin yeniden düzenlenmesi ve egemen sınıf ilişkilerini tehdit edebilecek toplumsal mücadelenin bertaraf edilmesidir.
Peki! Bugün mevcut düzeni değiştirmek isteyenler kimlerdir? Daha doğrusu gerçekte darbe yapmak isteyenler kimlerdir?
Laik rejimi korumaya çalışan asker mi darbe yapmak istiyor? Yoksa laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmuş iktidar partinin hükümeti mi darbe yapmak istiyor?
1980’lerden sonra ABD, askeri diktatörlüklere karşı gelişen halk tepkisi nedeniyle kendisine bağımlı ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de bir darbeyi ihtiyaç olmaktan çıkaracak düzenlemelere gitti. O tarihlerde burjuvazi el değiştirdi. 12 eylül öncesindeki tekelci burjuvazi bir kesimine kadar daralınca, onun dışında kalan kesimler de alabildiğine genişleyip, güçlendi.1990’lara gelindiğinde Türkiye’de tekelci burjuvazi daha önceki konumuna göre çok daha fazla güçlenmiş, toplumu tepeden tırnağa biçimlendirecek hale gelmiş ve AKP’ye hareket alanı sağlamıştır. Artık o konjonktürde tekelci burjuvazinin her tıkandığında önünü darbelerle açma şansı büyük oranda ortadan kalkmıştır. Çünkü artık devleti tamamen idaresi altına almış, çok daha geniş bir yelpazede varlık gösteren burjuva katmanlar var.
AKP ve onun arkasındaki egemen sınıflar Cumhuriyet Mitinglerinin hazırlık sürecinde boş durmamış, bu hareketi etkisizleştirebilmek için kapsamlı bir hazırlık yapmış ve uygun bir konjonktürde Ergenekon Davası’nı devreye sokmuştur. Ergenekon, sanıkların nitelikleri itibariyle homojen bir dava değildir. Burada iki temel amaçtan söz edilebilir; birincisi, kendi duruşunu ve emperyalizmle ilişkilerini meşru kılıp, arkasına kitleleri toplamak; ikincisi, davayı çatıştığı sermaye kesiminin temsilcilerinin üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallayarak onları dize getirmek. Diğer bir ifadeyle AKP, bir kötülüğü tasfiye etmekten çok, o kötülüğü tasfiye ediyor gibi görünmenin meşruiyetini arkasına alarak, en antidemokratik duruşuna rağmen kitleleri yedeklemek amaçlıyor.
Amaç, belirtildiği gibi gerçekten bugüne kadar kimsenin üzerine gidemediği çeteleri çökertmek olsaydı, Susurluk dosyasının raftan indirilerek ciddi bir yargılamadan geçirilmesi bile ciddi bir ihtiyacı belirli oranda karşılardı. AKP ise, tam aksini yaptı; işin içine 1 milyon kişinin dinlenmesine dayalı telefon kayıtları, yarım milyon sayfa belge v.b. girince konu aydınlanmış değil, tam aksine boğulmuş ve hedef dağıtılmış oldu. Dava öyle bir hale getirildi ki, AKP’ye muhalefet eden herkese Ergenekoncu şüphesi düşürüldü. Sonuçta öyle apolitizasyon bir ortam yaratıldı ki, herkes gölgesinden korkar oldu.
Sistem artık fiziki imha yöntemlerinden çok, algıyı yönlendirerek kişiyi taraf kılma, kazanma yöntemine başvuruyor. Bu şekilde solda duran veya aydın kimliği ile duran pek çok kişi farkında olmadan sisteme yedeklenmiş ve sistemin hizmetine girmiş hale getirilebiliyor. Böylece sınıfsal bakış açısı dağıtılabildiği oranda, gerçekte sınırları belli olmayan bir hedef, Don kişot’un yeldeğirmenleriyle mücadelesi gibi bir soyut bir düşman yaratılarak bunun etrafında taraflar üstü, sınıfsallık dışı bir buluşma gerçekleştiriliyor.
SAADET TOKSÖZ
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)