YEREL SEÇİMLERİN SONUÇLARI ÜZERİNE...
Toplum üzerinde, dindar insanın yolsuzluk, haksızlık yapmayacağı, halkın haklarını daima gözeteceği şeklinde oluşturulan paradigmalar sayesinde muhafazakar yapısıyla iktidara gelen AKP'nin bu paradigmalara ihanet etmesi sonucunda kendilerinden son derece ümitli olan seçmenlerine yaşattıkları hayal kırıklığının bedeli olarak bir fatura ödemeye başladıklarının işaretidir. Ortaya koydukları icraatları ve poilitik tavırları itibariyle bu paradigmanın doğru olmadığını, ahlaklı olmanın dinin bir getirisi olarak görülemeyeceğini, bunun sadece kişilerin karakteristik özelliklerine ve sahip oldukları genel ahlak anlayışının toplumun öngördüğü kurallar çerçevesinde geliştiğini bir kere daha toplum nezdinde gerçek yönüyle ortaya çıkmıştır. Bunun en büyük kanıtı ise, halkın doğruluğuna inandığı Kılıçdaroğlu'nu iktidara getirme çabasıdır. Demek ki, yozlaşan toplum yapısına rağmen hala doğruluk ve dürüstlük çok iyi prim yapıyor. AKP her ne kadar da varoşlardaki hakim gücünü elinde tutuyor olsada, büyük illerin merkezlerinde elde ettikleri tepki oylarını laikliğe aykırı eylemlerin odağı olma cezasından sonra ve Ergenekon davasında ortaya koydukları faşizan tavırları bir de ortaya çıkan yolsuzluklar sebebiyle, inandırıcılıklarını yitirmişlerdir.
Polis-Devlet anlayışıyla ülkenin tüm siyasi odakları üzerinde ve Devletin tüm kurumları içinde hakim olmak düşüncesiyle yürüttükleri siyaseti, daha sonra kapatılma korkusu ve hükümetin düşürülmesi endişesi içinde, kendilerine karşıt olan gruplara uyguladıkları baskılar ve kendilerine oy vermeyen %53'lük kesimi, gözümüz üzerinde şeklinde verdikleri mesajlarla korkutarak sindirmeye çalışmaları, toplumu ümitsizliğe düşürmüş, bunun sonucunda da yıllardır sandığa gidip oy vermeyen insanları bile harekete geçirmiştir. Aslında bu sevindirici bir durumdur. Çünkü uzun yıllardır ortaya konulan başarısız yönetimler yüzünden ve yitirilen ideolojiler yüzünden artık toplum siyasetten uzaklaşmış, siyasi partilere olan inancını kaybetmesi sebebiyle de sandığa küsmüş vaziyetteydi. Bu sebeple kendi partilerinden ümidi kesmiş kesimler de son bir ümitle, "Biz değiştik, laik Cumhuriyet'e sahip çıkacağız" diyen AKP'ye oy vermişti. Ne yazık ki, bu ümitler de boşa çıkınca herkes yine kendi partisine dönüş yapmaya başladı. Özellikle de Ulusalcı kesimde laiklik elden gidiyor korkusuyla, CHP' ye geri dönüş başlamıştır. Merkez sağda ise AKP'ye giden DYP ve ANAP oylarının bir bölümü bu defa MHP'ye yönlenmeye başladığı gözlenmektedir. Bu da toplumun her kesiminde artık gerçeklerin doğru algılandığını gösteren bir gelişmedir.
Daha önce bir çok kesimin gözünde kahraman olan Başbakan'ın ve kurmaylarının her fırsatta yaşanan olumsuzlukları dile getiren halkı, azarlaması ve çirkin uslüpler kullanması, Türk milletinin alışkın olmadığı bir durumdur. Atatürk'ten bu yana ortaya çıkan bütün devlet adamlarının halkı yüceltmesine alışkın Türk milleti, bu durumu içine sindirebilmesi hiç mümkün değildir. Şehitlere kelle diyen, çiftçiye al ananı git diyen, bize oy vermezseniz, hizmet alamazsınız diye tehdit eden bir Devlet adamı ya da parti lideri Türkiye Cumhuriyeti tarihinde görülmemiştir. Kendi başarısızlıklarını kendinden önceki hükümetlere bağlayanlar olmuştu ama başarısız yönetimlerinin sonuçlarını millete bağlayan bir hükümet olmamıştı. Bu hükümetin Başbakanı sayesinde bu millet bunu da yaşadı. Tabi bunun bir bedeli olacaktı elbet..
Yaşanan yerel seçimlerin sonucu, kimse için sürpriz olmadığı aşikar bir durumdur. Demokratik bir ortamda gerçekleşmesi gereken seçimler, her zaman olduğu gibi yaşanan bazı şaibeli durumlar yüzünden insanların kafalarında yine soru işaretlerinin oluşmasına sebebiyet vermiştir. Yaşanan elektrik kesintileri, bilgisiyar sistemlerinin çökmesi ve oyların çalınması gibi olaylar için yapılan itirazların bir sonuç vereceğini sanmıyorum. Geçen seçimlerde de kanıtlı, belgeli yapılan itirazlar Yüksek Seçim Kurulu tarafından kabul edilmemişti. Bu yüzden diğer seçimlerde olduğu gibi, bu seçimlerde yaşanan şaibeli durumlar insanlarında kafalarında cevaplanamamış sorular şeklinde kalmaya devam edecektir. İşin en acı tarafı, ülke ve mahalli yönetimlerin, bütün bu yaşananları halkın gözünün içine baka baka yalayanlan insanların ellerine teslim edilmiş olmasıdır. Bu çok endişe verici bir tablodur. Hiç sıklmadan halkın gözü önünde yaşanmış olayları rahatlıkla inkar edebilen bir zihniyete, değil ülke yönetimini, evde beslediğimiz hayvanı bile emanet edemeyeceğimizi gösteren bir olgudur.
Öyle görülüyor ki, önümüzdeki dönemde Başbakan ve kurmayları diktatörlük sevdasından vazgeçmez ya da başarısızlıkların bilançosunu halka çıkarmaya devam ederlerse, onları çok daha büyük hayal kırıklıkları bekliyor oluşudur. Umarım, artık saldırganlığı bırakıp, daha uzlaşmacı, daha dürüst ve ülke menfaatlerini ön planda tutmaya yönelik bir siyaset geliştirmeyi başarabilirler.
30 Mart 2009 Pazartesi
16 Mart 2009 Pazartesi
KARAGÖZ'LE HACİVAT'IN GÖLGE OYUNU
KARAGÖZLE HACİVATIN GÖLGE OYUNU
Halkın, şu sıralarda ekonomik krizin yarattığı toplumsal travmaya rağmen, önüne konulan Karagöz Hacivat oyunu sayesinde biraz kafasını dağıtabilmesi, bulunmaz nimet oldu. Seçimler dolayısıyla, Başbakan ve diğer parti liderlerinin ortaya koydukları bu orta oyununu, kavuklu ve pişekarları şeklinde de niteleyebiliriz. Ama en etkileyici olanı ise, Karagöz ve Hacivat çekişmesidir. Tabi, burada kimin Karagöz, kimin Hacivat olduğuna, gösteriyi izleyen halk karar verecek. Aralarında geçen dialoglar, zamanın en ünlü meddahlarının bile ortaya koyamayacakları bir komiklik, bir budalalık içerisinde geçiyor olması, toplmumuzun mizah anlayışının yıllar içerisinde hiç değişmediğini gösteriyor. Çünkü aynı oyunları, yıllar içerisinde defalarca izlemiş olmalarına rağmen, hala büyük bir ilgiyle izliyor oluşları ve kimisi Karagözü desteklerken, kimisi de Hacivatı desteklemeye devam ediyor oluşları, bize, önümüzdeki yıllarda da bu oyunu daha çok izleyeceğimizi işaret ediyor. Demek ki, talabe göre arz oluşturuyorlar. Aynı TV yapımcılarının yaptıkları kalitesiz programlar için gelen eleştirilere oluşturdukları haklı gerekçelerinde olduğu gibi, 'Halkın istekleri doğrultusunda program yapıyoruz.' demelerine benziyor.
Bügun, toplumun ileri gelenleri, daha doğrusu aydın diye bilinen insanların, asla telafuz etmedikleri, eğitim sisteminin kalitesizliği üzerine bilinçsiz insanlardan oluşturulan toplumsal yapılandırmanın sonucunda bilgisiz ve ön görüsüz devlet adamlarının da bu toplumun içinden çıktığı görüşü, birileri tarafından telafuz edildiği zaman, devlet adamlarından önce aydınlarımız tepki veriyor. Niye? Çünkü ucu onlara da dokunuyor. Onlar da aynı Devlet adamları gibi gelişen olayları doğru dürüst değerlendiremedikleri için veya gebe olunan olayları önceden algılayabilme özelliklerinin olmadığından, toplumu bilgilendirecek, uyaracak bir yeteneğe sahip olamadıklarını kabul etmeleri mümkün değil. O zaman nasıl oluyor da, bu aydın kimliğini kazanıyorlar? Onlar da bu sergilenen gösterilerin içinde kendilerine düşen rolleri oynayarak figüran açığını kapatıyorlar. (Tabi ki, bunların içinde gerçekten bilgili ve entellektüel boyutu olan aydınlarımız da var ama, hem sayıca çok azllar, hem de seslerini yükselltikleri zaman tehdit edilip, darbeci olarak gösteriliyorlar.)
Bazı çevreler Başabakanın diplomasi dilini bilmediğini ve lümpen bir tarz içerisinde siyaset yaptığını söylüyor. Peki, bunu söyleyenler, başka ne bekliyorlardı? Her şeyi din kisvesi içinde sorgulamaya ve yorumlamaya alışmış, bununla beraber kendisine kabadayılık kültürünü düstur edinmiş ruh haliyle, diplomasinin kıvrak dil inceliklerini düz mantık düşünce yapısıyla ortaya koyabilmesinin mümkün olamayacağını görememek de bir eksikliktir. 6 sene önce onu alkışlarken ve kurtarıcı olarak görürken aklınız neredeydi? diye sorarlar....
Gelelim seçimler dolayısıyla yaşanan komediye....
Başbakan seçim meydanlarında Karagöz misali sürekli Deniz Baykal'ın ensesine patlatıp, komik dialoglar oluştururken, Baykal da ondan aşağı kalmayıp, Hacivat misali daha alimce cevaplar vermeye çalıştığı sırada, arada mahallenin kabadayısı edasıyla ortaya çıkan Devlet Bahçeli'yi görüyoruz.
Komik dialoglardan bazıları:
Erdoğan'ın bir buçuk saat süren miting konuşması özetle şöyle:
-Biz iş üretiyoruz.CHP ve MHP işe ne yazık ki, sadece laf.. Ben onların yaptığını size söyleyeyim. İstanbul'da CHP, çarşaflı bir hanımefendiyi kameraların önünde tartakladı. Ak partili bir provokatör diye yandaş medyaları duyurdu. Bunların kadın haklarından anladıkları, kadını haklamak. Sabah akşam çamur siyaseti yapıyorlar, yalanlarla yıpratmaya çalışıyorlar. Hizmet üretemedikleri için bunlar CHP ie MHP ruh ikizidir. (Bu konuşmayı yaptığı sırada, ananı da al git dediği çiftçiyi göz altına almışlardı.) Bir de "Ben Valimi yedirtmem muhabbeti" var.
Komediye bakar mısınız? İş üretiyoruz dediği; devlete ait arazileri, malları ya da kurumları ele geçirmek, yabancılar Türkiye'ye yatırım yapıyor diyerek, bütün kurumları ve şirketleri yabancılara teslim emek (son hizmetleri Atatürk Çiftliğini Arap'lara satıyorlar), borsanın %70'ini yabancılardan oluşturarak, ülke ekonomisini bağımlı kılmak, kadınları türbana yada çarşafa sokarak, onların bütün hak ve özgürlüklerini erkeklere teslim etmek, sosyal devlet adı altında kendilerine oy verme şartıyla yardım etmek, kendilerinden olmayan laik kesimden "Onlar" diye bahsederek toplum içinde kutuplaşmalara yol açmak, etnik kimlikler üzerinden siyaset yapıp, halkı birbirine düşman etmek, bütün dünyayı derinden etkileyen ekonomik krizi dikkate almayıp, bu konuda önlem alınacak tedbirleri ve politikaları oluşturamayıp, halkı kendi kaderlerine terk etmeleri vs. vs. gibi, laikliğe aykırı eylemlerin odağı olmuş partisiyle birlikte hizmetler vererek o kadar çok çalışıyorlar ki, sanırsınız, ülkede herkesin yaşam standartı kendilerininki gibi çok yüksek, üretim ve istihdam seviyesini en üst seviyeye çıkarmışlar, terörü bitirmişler de artık çocuklarımız şehit olmuyorlar, Kuzey Irak ve Kıbrıs konusunu çözebilecek politikalar üretmişler, madenlerimizi ve petrol yataklarımzı ipotekten kurtarmışlar, yabancılar tarafından ele geçirilen kaynaklarımızı geri almışlar, ülke içinde adaleti ve kalkınmayı sağlamayı başarmışlar da, diğer partilerin ve geçmiş hükümetlerin beceriksizliğinden bahsediyor. En komiği de, uzaydaki göktaşları misali, Global krizin ülkemizi teğet geçmesiydi. Dikkat ederseniz bu bahsettiğim ülke problemleri asla gündeme gelmiyor. Aslında bunları sorgulayıp, gündeme getirerek, halkı olan bitenler hakkında bilgilendirip, hükümetten hesap sormasını sağlamak, aydınlarımızın görevdir. Ama iş birlikçi aydınlarımız figüran rolü için çok iyi maaş aldıklarından, maaşlarını tehlikeye atacak hiç bir girişimde bulunmuyorlar.
Bir de Baykal'ın cevabına bakalım:
-"Tunceli Vali'sini "Baykal'a yedirtmem" diyor. Benim Vali yeme gibi bir alışkanlığım yok. İlla bir şey yemek gerekiyorsa, Kırşehir'in Hoşmerim tatlısını, Amasya'nın dünyaca ünlü elmasını yerim. YSK bile Tunceli ile ilgili olarak "Ayıp oluyor" diyor. Başbakan bu değerlendirmeye "Bizi ırgalamaz" diye karşılık veriyor. YSK bir karar daha aldı, savcıları göreve çağırdı. Şimdi bütün millet üzüntüyle adalet nerede diye üzüntüyle izliyor. Herkes attığı adıma dikkat etsin! Valiler dahil, kimse yanlış yapmasın! AKP ile gelen APS ile gider, Haberiniz olsun! Deniz Feneri davasıyla ilgili olarak yayın yasağı koyma kararı aldılar; 'Adalet iyi işlesin' diye. Sevsinlar seni sevsinler. Aklın başına yeni mi geldi? Daha Ergenekon iddianamesi ortada yokken, ifadeler çarşaf çarşaf yayınlanırken o adalet duygun neredeydi?
"Aman Karagözüm!" misali, Baykal, muhalefet etmenin dayanılmaz hafifliği içerisinde, yapılan bütün yanlışlıkları tek tek ortaya koyuyor. Uslüp ise, diplomasi dili bilmeyen Erdoğan'dan hiç farklı değil. Aynı zamanda padişahlık egosu itibariyle de Erdoğan'dan aşağı kalır yanı yok. Partisi içinde önüne engel olarak çıkabilecek herkesi silip süpürüyor, kimseye yol vermiyor. Yıllardır uyguladığı son derece başarısız politakalar sonucunda partinin bütün oylarını AKP'ye ve diğer partilere kaptırıyor, partinin mevcut ideolojisini zamanla etkisiz hale getirip, altı okun ne anlama geldiğini bilmeyen kişilerle laik düzenin müdafasını yapmaya kalkıyor. Artık insanlar Deniz Baykal'a kızıp, CHP'ye oy vermiyor. Seçim meydanlarında muhalefet görevini yaparken, halka, göreve gelirlerse nasıl bir hizmet verecekler, mevcut eksiklikleri ya da yanlışları hangi projelerle ortadan kaldıracaklarına dair tek kelam etmiyor. Niye? Çünkü bunu kendi de bilmiyor. Şu an da tek hedef iktidarı ele geçirmek. Hele bir gelsinler, sonra bakacaklar.
"Heyyytt!! Çekilin yoldan!" Evet. Mahallenin kabadayısı Devlet Bahçeli de göründü.
Bakalım o ne diyor:
-Ortada fol yok yumurta yokken, 36 etnik unsurdan söz ediyorsun. Niye etnik unsurları kaşıyorsun? Niye bin yıllık kardeşliği bozmaya çalışıyorsun? Kendilerine oy verenleri dost, vermeyenleri düşman ilan ediyorlar. Kendileriyle birlikte olmayanları 'nasıl sindiririz?' diye düşünüyorlar, 'nasıl vergi cezası veririz?', 'memuru nasıl süreriz' mantığındalar. İşsizliğin, ahlaksızlığın bu kadar yaygınlaştığı, yoksulluğun, yolsuzluğun bu kadar derinleştiği bir ortamda, bir de ekonomik kriz omuzlara çökerse bu memlekette ne birlik kalır, ne Misak-ı Milli kalır, ne de toprak bütünlüğü kalır, ne de sosyal doku kalır. o zaman Türkiye'deki toplumsal patlamada ilk defa en büyük zararı Başbakan Erdoğan görür.
Bizim kabadayı Bahçeli, sözüm ona Erdoğan'a aba altından sopa gösteriyor. Şu Bahçeli de çok komik adam. Sanki yıllardır milliyetçilik adı altında Kafatasçılık yapan kendileri değilmiş gibi, bin yıllk kardeşlikten bahsediyor. Kurdukları ülkü ocaklarında yer altı mafyalarıyla birlikte iş birliği yapıp, emperyalistlere hizmet eden kendileri değil miydi? Dine sahip çıktıklarını zannedip, meshep ayırımcılığı ile etnik kimlik problemlerini her zaman gündeme taşımakla kalmadılar, sürekli aba altından sopa göstererek toplumun güvenliğini sağlayan polis edasıyla yürüttükleri siyaseti hala devam ettiriyorlar. Kurtlar Vadisi'nın baş kahramanları olarak ülkeye inanılmaz hizmetler veriyorlar.Ülkede ne kadar kimlik bunalımı yaşayan gencimiz varsa, ülkücü olup, eline silahı alıp, Polat Alemdar misali meydanlara çıkıp, vatana millete hizmet veriyorlar. Toplum içinde kardeşlik duygusunu pekiştiriyorlar.
Bir de, bunların arasında beni çok güldüren bir başka karakterse, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nın kendisine verdiği Türk kimliğini kabul etmeyip de, soyadı Türk olan Beberuhi havasında mecliste dolaşan bu arkadaşa, Türk kimliğini kabul etmek bu kadar ağır geliyorsa, o zaman Türk soyadını nasıl taşıyorsun? diye sormak istiyorum. Böyle komiklik olur mu? Aziz Nesin'i buradan rahmetle anıyorum. Bu kadar komik olaylar, ancak onun hikayelerinde olurdu. PKK terör örgütünün siyasi uzantısı olan partisinin başkanı olan bu zat-ı muhteremin derdi çok büyük.
Efendim! Onlar kimlik siyaseti yapmıyorlamış; sadece, Anayasa'nın ilk 3 maddesinin değişmesini, Türk ve Kürt'lerin ortak kurucu olarak anılmalarını, Yerel yönetimlere daha fazla yetki tanınmasını, Güneydoğu'da federatif bir yapının kurgulanmasını ve Self Determinasyon yani, ayrılıp, kendileri bir devlet kurmak istiyorlar. Kendileri için bir şey istiyorlasa.... Bu talepler karşısında insanın kahkahalarla gülesi geliyor. Sevr Antlaşması sayesinde yabancılar kendilerine bu hakkı onlara tanımış olmasına rağmen bunu hayata geçiremeyişlerinin sebebi, gerçekte Kürt halkının ayrılmak istemeyişi ve devlet kurmak için gerekli eğitimli kadrolarının olamayışıdır. Hala sevr-i hayata geçirmek isteyenlere hizmet ederek, terör örgütüyle hiç bir ilgisi olmayan, onca masum Kürt insanını zan altına sokarak, çirkin oyunlarına alet etmek istiyorlar.
"Antlaşmaya göre, Kürt Ahalısı, Milletler Cemiyetine başvurarak, Kürt'lerin büyük çoğunluğunun Türkiye'den bağımsız olmak istediğini kanıtlar ve cemiyet bu durumu onaylarsa, Türkiye bu bölgedeki haklarından vazgeçecekti. Doğudaki aşiretler, bağlı bulundukları devletten ayrılmak istemedikleri için, böyle bir girişim olamadı."
(Kaynak: Milletlerarası önemli meseleler,Dr. Reşat Sagay, İş Bankası kültür yayınları)
İşte, seçim meydanlarımızdaki bu konuşmaları dinleyen seçmenimiz büyük bir aydınlanma yaşıyor ve bu dialoglara bakıp oy verecek. Aralarında geçen dialogları dinlediğiniz zaman, kişilerin sahip oldukları kültür yapıları bir kenara, hitap ettikleri toplumun hepsinin de aynı zeka seviyesinde olduğu düşünülerek, ortaya konulan bu performansın bütün kitleler üzerinde aynı etkiyi yapması beklenerek, gittikleri her yerde aynı uslubu kullanıyorlar. Bu da şunu gösteriyor: Bunlar sadece kendi çevrelerine hitap etmeye programlanmışlar. Kafalarında oluşturdukları prototip insan modellerine çalışmışlar. Bunlar da çoğunluğu eğitimsiz insan kitleleri... Ama görülen o ki, artık o eğitimsiz insan kitleleri de uyanmaya ve içine düşürüldükleri durumu artık daha net görmeye başladı. Yaşanılan ekonomik krizin, insanları isyan ettirecek boyuta getirdiğini maalesef ki, kimse görmek istemiyor. Seçim propagandası olarak Başbakan'ın açıkladığı ekonomik paket ise, tam evlere şenlik göz boyamaktan öteye gitmeyen ve bu paketle oy kapmanın fırsatçılığı ile seçmenin gözünde kendisini kahraman olarak gören bir Başbakan... Ve iktidara gelirlerse ne yapacaklarını bilmeyen parti liderleri...
Bu perde kimin zaferiyle kapanacak, son sözü kim söyleyecek, seçimlerden sonra göreceğiz.
Halkın, şu sıralarda ekonomik krizin yarattığı toplumsal travmaya rağmen, önüne konulan Karagöz Hacivat oyunu sayesinde biraz kafasını dağıtabilmesi, bulunmaz nimet oldu. Seçimler dolayısıyla, Başbakan ve diğer parti liderlerinin ortaya koydukları bu orta oyununu, kavuklu ve pişekarları şeklinde de niteleyebiliriz. Ama en etkileyici olanı ise, Karagöz ve Hacivat çekişmesidir. Tabi, burada kimin Karagöz, kimin Hacivat olduğuna, gösteriyi izleyen halk karar verecek. Aralarında geçen dialoglar, zamanın en ünlü meddahlarının bile ortaya koyamayacakları bir komiklik, bir budalalık içerisinde geçiyor olması, toplmumuzun mizah anlayışının yıllar içerisinde hiç değişmediğini gösteriyor. Çünkü aynı oyunları, yıllar içerisinde defalarca izlemiş olmalarına rağmen, hala büyük bir ilgiyle izliyor oluşları ve kimisi Karagözü desteklerken, kimisi de Hacivatı desteklemeye devam ediyor oluşları, bize, önümüzdeki yıllarda da bu oyunu daha çok izleyeceğimizi işaret ediyor. Demek ki, talabe göre arz oluşturuyorlar. Aynı TV yapımcılarının yaptıkları kalitesiz programlar için gelen eleştirilere oluşturdukları haklı gerekçelerinde olduğu gibi, 'Halkın istekleri doğrultusunda program yapıyoruz.' demelerine benziyor.
Bügun, toplumun ileri gelenleri, daha doğrusu aydın diye bilinen insanların, asla telafuz etmedikleri, eğitim sisteminin kalitesizliği üzerine bilinçsiz insanlardan oluşturulan toplumsal yapılandırmanın sonucunda bilgisiz ve ön görüsüz devlet adamlarının da bu toplumun içinden çıktığı görüşü, birileri tarafından telafuz edildiği zaman, devlet adamlarından önce aydınlarımız tepki veriyor. Niye? Çünkü ucu onlara da dokunuyor. Onlar da aynı Devlet adamları gibi gelişen olayları doğru dürüst değerlendiremedikleri için veya gebe olunan olayları önceden algılayabilme özelliklerinin olmadığından, toplumu bilgilendirecek, uyaracak bir yeteneğe sahip olamadıklarını kabul etmeleri mümkün değil. O zaman nasıl oluyor da, bu aydın kimliğini kazanıyorlar? Onlar da bu sergilenen gösterilerin içinde kendilerine düşen rolleri oynayarak figüran açığını kapatıyorlar. (Tabi ki, bunların içinde gerçekten bilgili ve entellektüel boyutu olan aydınlarımız da var ama, hem sayıca çok azllar, hem de seslerini yükselltikleri zaman tehdit edilip, darbeci olarak gösteriliyorlar.)
Bazı çevreler Başabakanın diplomasi dilini bilmediğini ve lümpen bir tarz içerisinde siyaset yaptığını söylüyor. Peki, bunu söyleyenler, başka ne bekliyorlardı? Her şeyi din kisvesi içinde sorgulamaya ve yorumlamaya alışmış, bununla beraber kendisine kabadayılık kültürünü düstur edinmiş ruh haliyle, diplomasinin kıvrak dil inceliklerini düz mantık düşünce yapısıyla ortaya koyabilmesinin mümkün olamayacağını görememek de bir eksikliktir. 6 sene önce onu alkışlarken ve kurtarıcı olarak görürken aklınız neredeydi? diye sorarlar....
Gelelim seçimler dolayısıyla yaşanan komediye....
Başbakan seçim meydanlarında Karagöz misali sürekli Deniz Baykal'ın ensesine patlatıp, komik dialoglar oluştururken, Baykal da ondan aşağı kalmayıp, Hacivat misali daha alimce cevaplar vermeye çalıştığı sırada, arada mahallenin kabadayısı edasıyla ortaya çıkan Devlet Bahçeli'yi görüyoruz.
Komik dialoglardan bazıları:
Erdoğan'ın bir buçuk saat süren miting konuşması özetle şöyle:
-Biz iş üretiyoruz.CHP ve MHP işe ne yazık ki, sadece laf.. Ben onların yaptığını size söyleyeyim. İstanbul'da CHP, çarşaflı bir hanımefendiyi kameraların önünde tartakladı. Ak partili bir provokatör diye yandaş medyaları duyurdu. Bunların kadın haklarından anladıkları, kadını haklamak. Sabah akşam çamur siyaseti yapıyorlar, yalanlarla yıpratmaya çalışıyorlar. Hizmet üretemedikleri için bunlar CHP ie MHP ruh ikizidir. (Bu konuşmayı yaptığı sırada, ananı da al git dediği çiftçiyi göz altına almışlardı.) Bir de "Ben Valimi yedirtmem muhabbeti" var.
Komediye bakar mısınız? İş üretiyoruz dediği; devlete ait arazileri, malları ya da kurumları ele geçirmek, yabancılar Türkiye'ye yatırım yapıyor diyerek, bütün kurumları ve şirketleri yabancılara teslim emek (son hizmetleri Atatürk Çiftliğini Arap'lara satıyorlar), borsanın %70'ini yabancılardan oluşturarak, ülke ekonomisini bağımlı kılmak, kadınları türbana yada çarşafa sokarak, onların bütün hak ve özgürlüklerini erkeklere teslim etmek, sosyal devlet adı altında kendilerine oy verme şartıyla yardım etmek, kendilerinden olmayan laik kesimden "Onlar" diye bahsederek toplum içinde kutuplaşmalara yol açmak, etnik kimlikler üzerinden siyaset yapıp, halkı birbirine düşman etmek, bütün dünyayı derinden etkileyen ekonomik krizi dikkate almayıp, bu konuda önlem alınacak tedbirleri ve politikaları oluşturamayıp, halkı kendi kaderlerine terk etmeleri vs. vs. gibi, laikliğe aykırı eylemlerin odağı olmuş partisiyle birlikte hizmetler vererek o kadar çok çalışıyorlar ki, sanırsınız, ülkede herkesin yaşam standartı kendilerininki gibi çok yüksek, üretim ve istihdam seviyesini en üst seviyeye çıkarmışlar, terörü bitirmişler de artık çocuklarımız şehit olmuyorlar, Kuzey Irak ve Kıbrıs konusunu çözebilecek politikalar üretmişler, madenlerimizi ve petrol yataklarımzı ipotekten kurtarmışlar, yabancılar tarafından ele geçirilen kaynaklarımızı geri almışlar, ülke içinde adaleti ve kalkınmayı sağlamayı başarmışlar da, diğer partilerin ve geçmiş hükümetlerin beceriksizliğinden bahsediyor. En komiği de, uzaydaki göktaşları misali, Global krizin ülkemizi teğet geçmesiydi. Dikkat ederseniz bu bahsettiğim ülke problemleri asla gündeme gelmiyor. Aslında bunları sorgulayıp, gündeme getirerek, halkı olan bitenler hakkında bilgilendirip, hükümetten hesap sormasını sağlamak, aydınlarımızın görevdir. Ama iş birlikçi aydınlarımız figüran rolü için çok iyi maaş aldıklarından, maaşlarını tehlikeye atacak hiç bir girişimde bulunmuyorlar.
Bir de Baykal'ın cevabına bakalım:
-"Tunceli Vali'sini "Baykal'a yedirtmem" diyor. Benim Vali yeme gibi bir alışkanlığım yok. İlla bir şey yemek gerekiyorsa, Kırşehir'in Hoşmerim tatlısını, Amasya'nın dünyaca ünlü elmasını yerim. YSK bile Tunceli ile ilgili olarak "Ayıp oluyor" diyor. Başbakan bu değerlendirmeye "Bizi ırgalamaz" diye karşılık veriyor. YSK bir karar daha aldı, savcıları göreve çağırdı. Şimdi bütün millet üzüntüyle adalet nerede diye üzüntüyle izliyor. Herkes attığı adıma dikkat etsin! Valiler dahil, kimse yanlış yapmasın! AKP ile gelen APS ile gider, Haberiniz olsun! Deniz Feneri davasıyla ilgili olarak yayın yasağı koyma kararı aldılar; 'Adalet iyi işlesin' diye. Sevsinlar seni sevsinler. Aklın başına yeni mi geldi? Daha Ergenekon iddianamesi ortada yokken, ifadeler çarşaf çarşaf yayınlanırken o adalet duygun neredeydi?
"Aman Karagözüm!" misali, Baykal, muhalefet etmenin dayanılmaz hafifliği içerisinde, yapılan bütün yanlışlıkları tek tek ortaya koyuyor. Uslüp ise, diplomasi dili bilmeyen Erdoğan'dan hiç farklı değil. Aynı zamanda padişahlık egosu itibariyle de Erdoğan'dan aşağı kalır yanı yok. Partisi içinde önüne engel olarak çıkabilecek herkesi silip süpürüyor, kimseye yol vermiyor. Yıllardır uyguladığı son derece başarısız politakalar sonucunda partinin bütün oylarını AKP'ye ve diğer partilere kaptırıyor, partinin mevcut ideolojisini zamanla etkisiz hale getirip, altı okun ne anlama geldiğini bilmeyen kişilerle laik düzenin müdafasını yapmaya kalkıyor. Artık insanlar Deniz Baykal'a kızıp, CHP'ye oy vermiyor. Seçim meydanlarında muhalefet görevini yaparken, halka, göreve gelirlerse nasıl bir hizmet verecekler, mevcut eksiklikleri ya da yanlışları hangi projelerle ortadan kaldıracaklarına dair tek kelam etmiyor. Niye? Çünkü bunu kendi de bilmiyor. Şu an da tek hedef iktidarı ele geçirmek. Hele bir gelsinler, sonra bakacaklar.
"Heyyytt!! Çekilin yoldan!" Evet. Mahallenin kabadayısı Devlet Bahçeli de göründü.
Bakalım o ne diyor:
-Ortada fol yok yumurta yokken, 36 etnik unsurdan söz ediyorsun. Niye etnik unsurları kaşıyorsun? Niye bin yıllık kardeşliği bozmaya çalışıyorsun? Kendilerine oy verenleri dost, vermeyenleri düşman ilan ediyorlar. Kendileriyle birlikte olmayanları 'nasıl sindiririz?' diye düşünüyorlar, 'nasıl vergi cezası veririz?', 'memuru nasıl süreriz' mantığındalar. İşsizliğin, ahlaksızlığın bu kadar yaygınlaştığı, yoksulluğun, yolsuzluğun bu kadar derinleştiği bir ortamda, bir de ekonomik kriz omuzlara çökerse bu memlekette ne birlik kalır, ne Misak-ı Milli kalır, ne de toprak bütünlüğü kalır, ne de sosyal doku kalır. o zaman Türkiye'deki toplumsal patlamada ilk defa en büyük zararı Başbakan Erdoğan görür.
Bizim kabadayı Bahçeli, sözüm ona Erdoğan'a aba altından sopa gösteriyor. Şu Bahçeli de çok komik adam. Sanki yıllardır milliyetçilik adı altında Kafatasçılık yapan kendileri değilmiş gibi, bin yıllk kardeşlikten bahsediyor. Kurdukları ülkü ocaklarında yer altı mafyalarıyla birlikte iş birliği yapıp, emperyalistlere hizmet eden kendileri değil miydi? Dine sahip çıktıklarını zannedip, meshep ayırımcılığı ile etnik kimlik problemlerini her zaman gündeme taşımakla kalmadılar, sürekli aba altından sopa göstererek toplumun güvenliğini sağlayan polis edasıyla yürüttükleri siyaseti hala devam ettiriyorlar. Kurtlar Vadisi'nın baş kahramanları olarak ülkeye inanılmaz hizmetler veriyorlar.Ülkede ne kadar kimlik bunalımı yaşayan gencimiz varsa, ülkücü olup, eline silahı alıp, Polat Alemdar misali meydanlara çıkıp, vatana millete hizmet veriyorlar. Toplum içinde kardeşlik duygusunu pekiştiriyorlar.
Bir de, bunların arasında beni çok güldüren bir başka karakterse, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nın kendisine verdiği Türk kimliğini kabul etmeyip de, soyadı Türk olan Beberuhi havasında mecliste dolaşan bu arkadaşa, Türk kimliğini kabul etmek bu kadar ağır geliyorsa, o zaman Türk soyadını nasıl taşıyorsun? diye sormak istiyorum. Böyle komiklik olur mu? Aziz Nesin'i buradan rahmetle anıyorum. Bu kadar komik olaylar, ancak onun hikayelerinde olurdu. PKK terör örgütünün siyasi uzantısı olan partisinin başkanı olan bu zat-ı muhteremin derdi çok büyük.
Efendim! Onlar kimlik siyaseti yapmıyorlamış; sadece, Anayasa'nın ilk 3 maddesinin değişmesini, Türk ve Kürt'lerin ortak kurucu olarak anılmalarını, Yerel yönetimlere daha fazla yetki tanınmasını, Güneydoğu'da federatif bir yapının kurgulanmasını ve Self Determinasyon yani, ayrılıp, kendileri bir devlet kurmak istiyorlar. Kendileri için bir şey istiyorlasa.... Bu talepler karşısında insanın kahkahalarla gülesi geliyor. Sevr Antlaşması sayesinde yabancılar kendilerine bu hakkı onlara tanımış olmasına rağmen bunu hayata geçiremeyişlerinin sebebi, gerçekte Kürt halkının ayrılmak istemeyişi ve devlet kurmak için gerekli eğitimli kadrolarının olamayışıdır. Hala sevr-i hayata geçirmek isteyenlere hizmet ederek, terör örgütüyle hiç bir ilgisi olmayan, onca masum Kürt insanını zan altına sokarak, çirkin oyunlarına alet etmek istiyorlar.
"Antlaşmaya göre, Kürt Ahalısı, Milletler Cemiyetine başvurarak, Kürt'lerin büyük çoğunluğunun Türkiye'den bağımsız olmak istediğini kanıtlar ve cemiyet bu durumu onaylarsa, Türkiye bu bölgedeki haklarından vazgeçecekti. Doğudaki aşiretler, bağlı bulundukları devletten ayrılmak istemedikleri için, böyle bir girişim olamadı."
(Kaynak: Milletlerarası önemli meseleler,Dr. Reşat Sagay, İş Bankası kültür yayınları)
İşte, seçim meydanlarımızdaki bu konuşmaları dinleyen seçmenimiz büyük bir aydınlanma yaşıyor ve bu dialoglara bakıp oy verecek. Aralarında geçen dialogları dinlediğiniz zaman, kişilerin sahip oldukları kültür yapıları bir kenara, hitap ettikleri toplumun hepsinin de aynı zeka seviyesinde olduğu düşünülerek, ortaya konulan bu performansın bütün kitleler üzerinde aynı etkiyi yapması beklenerek, gittikleri her yerde aynı uslubu kullanıyorlar. Bu da şunu gösteriyor: Bunlar sadece kendi çevrelerine hitap etmeye programlanmışlar. Kafalarında oluşturdukları prototip insan modellerine çalışmışlar. Bunlar da çoğunluğu eğitimsiz insan kitleleri... Ama görülen o ki, artık o eğitimsiz insan kitleleri de uyanmaya ve içine düşürüldükleri durumu artık daha net görmeye başladı. Yaşanılan ekonomik krizin, insanları isyan ettirecek boyuta getirdiğini maalesef ki, kimse görmek istemiyor. Seçim propagandası olarak Başbakan'ın açıkladığı ekonomik paket ise, tam evlere şenlik göz boyamaktan öteye gitmeyen ve bu paketle oy kapmanın fırsatçılığı ile seçmenin gözünde kendisini kahraman olarak gören bir Başbakan... Ve iktidara gelirlerse ne yapacaklarını bilmeyen parti liderleri...
Bu perde kimin zaferiyle kapanacak, son sözü kim söyleyecek, seçimlerden sonra göreceğiz.
1 Mart 2009 Pazar
KENTLERDE VAROŞ KÜLTÜRÜNÜN HAKİMİYETİ
İslam’ın köylerden (göçle) çıkarak şehirlerde kültürel ve politik hayatta görünür hale gelmesi için, toplumsal yapılaşma ve kalkınma süreci içinde Allah ile aldatılamayan kent toplumunun, 1950’lerden beri demokratikleşme adı altında ve buna paralel olarak asimile edilebilmesi açısından çok önemliydi. Ülkenin kırsal bölgelerine özellikle iktisadi yatırımların yapılmaması ve her türlü kalkınmanın (petrol yataklarının ve madenlerin) önünün kapatılması, uluslar arası platformda yapılan anlaşmalar sonucu tarımı ve hayvancılığı ortadan kaldırmaları ki, 1970’lerde ülkenin tarım üretimi %70 oranlarındayken, bugün ise üretimimiz %10 civarındadır. Bununla beraber bilinçli olarak terörün rahatça hareket edebileceği ortamların oluşturulması, halkı bulundukları ortamlardan büyük şehirlere göç etmeye zorlamıştır. Bunun sebebi, Marshall Planı sayesinde ABD güdümünde oluşturulan politikalar ile sağ merkez partilerin kırsaldan çıkıp, daha çok Kemalist eğilimli şehir kültürünün hakim olduğu siyasi odakları yani, merkezi ele geçirebilmek için, şehirlerdeki kentli nüfusun karşısına, kırsaldan göç ettirilen nüfusu çıkarıp, iktidarı ele geçirebilmekti. Bunları iç grup olarak nitelendirebiliriz. Bir de Sevr’den vazgeçmeyen dış grupları da göz önünde bulundurursak, bu oluşuma büyük katkıları olduğunu görürüz. (Bu konuyu Ergenekon paradigması adı altında yazacağım) .
Göçle birlikte başlayan toplumsal değişim, hükümetlerin öncelikle oy kaygısıyla devlete ait yerleri göç edenlere oy karşılığı vermeleri ile yerleşik düzen kurgusunu oluşturup, hemşeri olgusuyla hem devlet kadrolarında hem de ekonomik hayatın içinde yer almalarını sağlamışlardır. Bununla beraber şehirlerdeki yerliler ve sonradan gelenler arasında ciddi kültürel farklılıkların sonucunda ortaya çıkan çatışmalar iki toplum arasına mesafeler koymuş ve göç edenlerin üzerinde eziklik duygusunu hakim kılmıştır. Problem şuydu; kendi coğrafyasında sahip olduğu kapalı toplum kültürünü beraberinde getirmiş ama şehir ortamında onu yaşayacak ortamı bulamaması ve şehir kültürüne de ayak uyduramaması yerli halk tarafından dışlanmalarına sebep olmuştur. Göç edenlerin, köylerinden uzakta gurbet psikolojisi içinde, bulundukları şehirleri kendi toprağı ve vatanı gibi göremeyişleri, geldikleri yerleri sadece para kazanılacak geçici yerler olarak algılamalarının sonucunda bulundukları ortama ayak uydurma çabasını hissetmeyişleri ve şehir kültürünü kendi örf ve ahlakına aykırı buldukları için, ilk önceleri bu dışlanmışlık duygusunu fazla dikkate almadılar ve onlar da şehir insanını dışladılar. Çünkü her gelende, para kazanıp köyüne dönme düşüncesi vardı. Ancak, uzun vadede yerleşik düzene geçip, kendilerinden sonraki nesillerin, şehirlerdeki gelişmeleri esnasında evdeki anlayış ve kültür yapısının dışarıdaki sosyal hayatla bağdaşmamasının sıkıntılarını yaşamaya başlaması, bu dışlanmışlık duygusunu aşabilmek için, kendilerini kabul ettirebilme çabaları bu günlere kadar devam etmiştir. Bu yüzdendir ki, bugün artık herkes Istanbul’lu, Ankara’lı veya İzmir’lidir. Tabi bu dışlanmışlık duygusuyla beraber ortaya çıkan kişisel hırslar sonucu ele geçirme ve iktidar olma kaygısıyla var olabilme savaşı, toplumsal paradigmalarını köylerinde bırakıp, şehirlerde kendilerine dayattırılan kapitalist mantığın getirisi olan kişisel paradigmalarına sıkı sıkı sarılarak, kendisini toplumun dışında sayıp, toplum çıkarlarını rahatlıkla göz ardı ederek bir savaşın içine girmişlerdir. (Tamamı böyle olmasa da büyük bir çoğunluk, şehirlerde böyle bir psikoloji içindedir ve yurtdışında yaşayanlarda da aynı problem mevcuttur) .
Göç eden nüfusun şehirlerde çoğalmasıyla geçen zaman içinde hem ekonomik anlamda hem de politik hayatta varlığını göstermesi uzun sürmedi. İmar izni olmayan bir evde yaşayan bir kişinin, bu ülkeye Başbakan olması, varoş hakimiyetinin en canlı örneğidir. Kendi içlerinden çıkarabilecekleri bir Başbakan, 50 yıldır verilen bir mücadelenin en büyük zaferiydi. Bu yüzdendir, AKP hükümetinin halk diye algıladığı ve hizmet ettiği kesim, sadece varoşlardır. Tabi ki, bunun sorumlusu, bu durumda yaşamaya mahkum edilmiş insanlar değildir. Bütün bu olayların sorumluları başından beri, bu ülkenin yönetim biçimini yani, laik rejimi benimsemeyip, ülkeyi ele geçirme hayalleri ile dış gruplarla birleşip, bu günlere gelinmesi için bunun alt yapısını hazırlayanlardır. Ülkenin mevcut ideolojisi içinde kendine yer bulamayan bu kesim, toplumsal paradigmalarını tek hedef üzerinde oluşturmaya başlayınca, dış gruplarla ortak paydada buluşmaları açısından çok geçerli sebepleri oldu. Özellikle 1980 sonrasında başa gelen hükümetler, ABD güdümünde gerçekleştirdiği politikalar sayesinde eğitim sisteminde büyük değişikliklere gidilmiştir. Toplumun düşünen ve sorgulayan bir yapıya sahip olmaması için, devlet okullarında eğitim kalitesi nerdeyse sıfıra indirgenmiş, sınıfta kalma kaldırılmış ve kültüre önem vermeyen ülke haline getirilmiştir. Bunun karşılığında, özel okulları destekleyip, misyoner yetiştirme konusuna ağırlık verilmiştir. Daha önceleri toplumun çok önem verdiği eğitim gözden düşürülünce ki, bu hiç zor olmamıştır ülkenin işsizlik sorununa bir çözüm getirilmediği için ve kayırmacılık (Torpil) mantığının hakim olması sebebiyle, insanların gözünde artık eğitimin bir çıkış yolu olmadığını rahatlıkla benimsettiler. Bunun akabinde ortaya çıkan ve topluma benimsettirilen paradigma, “Kısa yoldan zengin olma” dır. Son 30 yıldır kişisel paradigmalarını bu minvalde oluşturmaya başladılar ve zaman içinde bu kişisel paradigmalar, kendi içlerinde toplumsal paradigmalara dönüşmüştür. Ancak, kişisel paradigmalar, toplumsal paradigmalarla ne kadar örtüşüyor sorusuna gelince; ülkenin ideolojisi içinde kendine yer bulamayan kesim bu paradigmaları benimseyip, uygulamaya sokarken, baştan beri ülkenin Kemalist ideolojisini benimseyen ve o çizgide yaşamını sürdüren kesimler tarafından bu paradigmalar ve diğer kesim dışlanmaktadır.
“Başarıya giden her yol mübahtır.” Zihniyetinin toplum üzerinde etkili olabilmesi ve başarmak için her türlü ahlaki değerlerin terk edilmesi için, insanların açlık ve sefalet içinde bırakılması, daha sonra da siyasetçilerin iktidar olabilmeleri için bu insanların yoksulluğundan faydalanması, topluma kötü örnek olabilecek en büyük ahlaksızlıktır. İnsanları bir arada tutan ortak değerleri ortadan kaldırdığınız zaman, artık, o ülkenin menfaatlerini kendi menfaatlerinin üstünde görüp, ülkeyi koruyup kollayacak insanlar yetiştiremezsiniz. Yıllardır sistemli bir şekilde oluşturulan bu politikalar, Türk milletinin gücünü ve iradesini ortadan kaldırmak için ülkenin bütün gelir kaynaklarını ele geçirip, sahip olduğu medeniyetini yok ederek, kurtuluş savaşında yapamadıklarını, ülkenin ideolojisine ters düşen insanları satın alarak yapmaya çalışıyorlar.
Toplumları kalıcı kılan ve geleceğe taşıyan en önemli parametrelerden birisi güçlü bir medeniyete sahip olmaktır. Kültürel eğitimden uzak kalmış veya ırksal ve yöresel kültürlerini yitirmiş toplumlar, kendilerinden sonrakilere bırakabilecekleri kültürel miraslarını yitirirler ve tarih sayfasından silinirler. Bunun için bu oyuna gelmemeliyiz.
İslam’ın köylerden (göçle) çıkarak şehirlerde kültürel ve politik hayatta görünür hale gelmesi için, toplumsal yapılaşma ve kalkınma süreci içinde Allah ile aldatılamayan kent toplumunun, 1950’lerden beri demokratikleşme adı altında ve buna paralel olarak asimile edilebilmesi açısından çok önemliydi. Ülkenin kırsal bölgelerine özellikle iktisadi yatırımların yapılmaması ve her türlü kalkınmanın (petrol yataklarının ve madenlerin) önünün kapatılması, uluslar arası platformda yapılan anlaşmalar sonucu tarımı ve hayvancılığı ortadan kaldırmaları ki, 1970’lerde ülkenin tarım üretimi %70 oranlarındayken, bugün ise üretimimiz %10 civarındadır. Bununla beraber bilinçli olarak terörün rahatça hareket edebileceği ortamların oluşturulması, halkı bulundukları ortamlardan büyük şehirlere göç etmeye zorlamıştır. Bunun sebebi, Marshall Planı sayesinde ABD güdümünde oluşturulan politikalar ile sağ merkez partilerin kırsaldan çıkıp, daha çok Kemalist eğilimli şehir kültürünün hakim olduğu siyasi odakları yani, merkezi ele geçirebilmek için, şehirlerdeki kentli nüfusun karşısına, kırsaldan göç ettirilen nüfusu çıkarıp, iktidarı ele geçirebilmekti. Bunları iç grup olarak nitelendirebiliriz. Bir de Sevr’den vazgeçmeyen dış grupları da göz önünde bulundurursak, bu oluşuma büyük katkıları olduğunu görürüz. (Bu konuyu Ergenekon paradigması adı altında yazacağım) .
Göçle birlikte başlayan toplumsal değişim, hükümetlerin öncelikle oy kaygısıyla devlete ait yerleri göç edenlere oy karşılığı vermeleri ile yerleşik düzen kurgusunu oluşturup, hemşeri olgusuyla hem devlet kadrolarında hem de ekonomik hayatın içinde yer almalarını sağlamışlardır. Bununla beraber şehirlerdeki yerliler ve sonradan gelenler arasında ciddi kültürel farklılıkların sonucunda ortaya çıkan çatışmalar iki toplum arasına mesafeler koymuş ve göç edenlerin üzerinde eziklik duygusunu hakim kılmıştır. Problem şuydu; kendi coğrafyasında sahip olduğu kapalı toplum kültürünü beraberinde getirmiş ama şehir ortamında onu yaşayacak ortamı bulamaması ve şehir kültürüne de ayak uyduramaması yerli halk tarafından dışlanmalarına sebep olmuştur. Göç edenlerin, köylerinden uzakta gurbet psikolojisi içinde, bulundukları şehirleri kendi toprağı ve vatanı gibi göremeyişleri, geldikleri yerleri sadece para kazanılacak geçici yerler olarak algılamalarının sonucunda bulundukları ortama ayak uydurma çabasını hissetmeyişleri ve şehir kültürünü kendi örf ve ahlakına aykırı buldukları için, ilk önceleri bu dışlanmışlık duygusunu fazla dikkate almadılar ve onlar da şehir insanını dışladılar. Çünkü her gelende, para kazanıp köyüne dönme düşüncesi vardı. Ancak, uzun vadede yerleşik düzene geçip, kendilerinden sonraki nesillerin, şehirlerdeki gelişmeleri esnasında evdeki anlayış ve kültür yapısının dışarıdaki sosyal hayatla bağdaşmamasının sıkıntılarını yaşamaya başlaması, bu dışlanmışlık duygusunu aşabilmek için, kendilerini kabul ettirebilme çabaları bu günlere kadar devam etmiştir. Bu yüzdendir ki, bugün artık herkes Istanbul’lu, Ankara’lı veya İzmir’lidir. Tabi bu dışlanmışlık duygusuyla beraber ortaya çıkan kişisel hırslar sonucu ele geçirme ve iktidar olma kaygısıyla var olabilme savaşı, toplumsal paradigmalarını köylerinde bırakıp, şehirlerde kendilerine dayattırılan kapitalist mantığın getirisi olan kişisel paradigmalarına sıkı sıkı sarılarak, kendisini toplumun dışında sayıp, toplum çıkarlarını rahatlıkla göz ardı ederek bir savaşın içine girmişlerdir. (Tamamı böyle olmasa da büyük bir çoğunluk, şehirlerde böyle bir psikoloji içindedir ve yurtdışında yaşayanlarda da aynı problem mevcuttur) .
Göç eden nüfusun şehirlerde çoğalmasıyla geçen zaman içinde hem ekonomik anlamda hem de politik hayatta varlığını göstermesi uzun sürmedi. İmar izni olmayan bir evde yaşayan bir kişinin, bu ülkeye Başbakan olması, varoş hakimiyetinin en canlı örneğidir. Kendi içlerinden çıkarabilecekleri bir Başbakan, 50 yıldır verilen bir mücadelenin en büyük zaferiydi. Bu yüzdendir, AKP hükümetinin halk diye algıladığı ve hizmet ettiği kesim, sadece varoşlardır. Tabi ki, bunun sorumlusu, bu durumda yaşamaya mahkum edilmiş insanlar değildir. Bütün bu olayların sorumluları başından beri, bu ülkenin yönetim biçimini yani, laik rejimi benimsemeyip, ülkeyi ele geçirme hayalleri ile dış gruplarla birleşip, bu günlere gelinmesi için bunun alt yapısını hazırlayanlardır. Ülkenin mevcut ideolojisi içinde kendine yer bulamayan bu kesim, toplumsal paradigmalarını tek hedef üzerinde oluşturmaya başlayınca, dış gruplarla ortak paydada buluşmaları açısından çok geçerli sebepleri oldu. Özellikle 1980 sonrasında başa gelen hükümetler, ABD güdümünde gerçekleştirdiği politikalar sayesinde eğitim sisteminde büyük değişikliklere gidilmiştir. Toplumun düşünen ve sorgulayan bir yapıya sahip olmaması için, devlet okullarında eğitim kalitesi nerdeyse sıfıra indirgenmiş, sınıfta kalma kaldırılmış ve kültüre önem vermeyen ülke haline getirilmiştir. Bunun karşılığında, özel okulları destekleyip, misyoner yetiştirme konusuna ağırlık verilmiştir. Daha önceleri toplumun çok önem verdiği eğitim gözden düşürülünce ki, bu hiç zor olmamıştır ülkenin işsizlik sorununa bir çözüm getirilmediği için ve kayırmacılık (Torpil) mantığının hakim olması sebebiyle, insanların gözünde artık eğitimin bir çıkış yolu olmadığını rahatlıkla benimsettiler. Bunun akabinde ortaya çıkan ve topluma benimsettirilen paradigma, “Kısa yoldan zengin olma” dır. Son 30 yıldır kişisel paradigmalarını bu minvalde oluşturmaya başladılar ve zaman içinde bu kişisel paradigmalar, kendi içlerinde toplumsal paradigmalara dönüşmüştür. Ancak, kişisel paradigmalar, toplumsal paradigmalarla ne kadar örtüşüyor sorusuna gelince; ülkenin ideolojisi içinde kendine yer bulamayan kesim bu paradigmaları benimseyip, uygulamaya sokarken, baştan beri ülkenin Kemalist ideolojisini benimseyen ve o çizgide yaşamını sürdüren kesimler tarafından bu paradigmalar ve diğer kesim dışlanmaktadır.
“Başarıya giden her yol mübahtır.” Zihniyetinin toplum üzerinde etkili olabilmesi ve başarmak için her türlü ahlaki değerlerin terk edilmesi için, insanların açlık ve sefalet içinde bırakılması, daha sonra da siyasetçilerin iktidar olabilmeleri için bu insanların yoksulluğundan faydalanması, topluma kötü örnek olabilecek en büyük ahlaksızlıktır. İnsanları bir arada tutan ortak değerleri ortadan kaldırdığınız zaman, artık, o ülkenin menfaatlerini kendi menfaatlerinin üstünde görüp, ülkeyi koruyup kollayacak insanlar yetiştiremezsiniz. Yıllardır sistemli bir şekilde oluşturulan bu politikalar, Türk milletinin gücünü ve iradesini ortadan kaldırmak için ülkenin bütün gelir kaynaklarını ele geçirip, sahip olduğu medeniyetini yok ederek, kurtuluş savaşında yapamadıklarını, ülkenin ideolojisine ters düşen insanları satın alarak yapmaya çalışıyorlar.
Toplumları kalıcı kılan ve geleceğe taşıyan en önemli parametrelerden birisi güçlü bir medeniyete sahip olmaktır. Kültürel eğitimden uzak kalmış veya ırksal ve yöresel kültürlerini yitirmiş toplumlar, kendilerinden sonrakilere bırakabilecekleri kültürel miraslarını yitirirler ve tarih sayfasından silinirler. Bunun için bu oyuna gelmemeliyiz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)