28 Şubat 2009 Cumartesi

Aşağıda verilen röportajlar www.meydanoz.net tarafından yayınlanmıştır.

Türk insanının içler acısı hali

20081007190111.swf

AKP'YE KİMLER OY VERİYOR?

01

24 Şubat 2009 Salı

EKONOMİK TETİKÇİNİN İTİRAFLARI YAŞADIKLARIMIZA AYNA TUTYOR.

EKONOMİK TETİKÇİ JOHN PERKİNS’IN İTİRAFLARI YAŞADIKLARIMIZA AYNA TUTUYOR

“Bir ulusu yok etmenin ve köleleştirmenin iki yolu vardır; birisi kılıçla, diğeri borçladır”

JOHN ADAMS- (1735-1846)

Chas. T. Main Şirketi eski şef ekonomisti, JOHN PERKİNS

“Bir ekonomik tetikçinin itirafları” kitabının yazarı:

Biz, ekonomik tetikçiler, küresel imparatorluğun yaratılmasında gerçekten sorumlu olanlarız ve çok farklı bir şekilde çalışırız. Belki de en sık kullanılanı, öncelikle şirketlerimize en uygun kaynakları olan ülkeleri bulur ve gözümüzü üstlerine dikeriz. Petrol gibi.. Ardından Dünya Bankası veya onun kardeşi başka organizasyondan o ülkeye büyük bir kredi ayarlarız; fakat gerçekte asla o para, o ülkeye girmez. Ülke yerine, o ülkede projeler yapan şirketlerimize gider. Bizim şirketlere ilaveten o ülkedeki enerji santralleri, sanayi alanları, limanlar, birkaç zengin insanın kar sağlayacağı şeyler.. Bunlar toplumun çoğunluğuna yaramaz. Yine de o insanlar, yani bütün ülke bu borcun altına sokulur. Bu borç ödeyemeyecekleri kadar büyüktür ve bu planın parçasıdır; geri ödeyemezler. Ardından biz ekonomik tetikçiler gider onlara deriz ki; “Dinleyin, bize bir sürü borcunuz var ve ödeyemiyorsunuz. O zaman petrolünüzü, petrol şirketlerimiz için oldukça ucuza satın. Ülkenizde askeri üst kurmamıza izin verin veya askerlerimizi desteklemek için dünyanın bir yerine asker gönderin (Irak gibi..) yada bir dahaki BM seçiminde bizimle oy verin.” Elektrik şirketlerini özelleştiririz, sularını ve kanalizasyon sistemlerinizi özelleştiririz ve ABD şirketleri veya diğer çok uluslu şirketlere satarız. Bu, mantar gibi biten bir şey ve çok tipik, IMF ve Dünya Bankası bu şekilde çalışır. Ülkeyi borca sokarlar ve bu öyle büyük bir borçtur ki, ödenemez. Ardından yeniden borç teklif edersiniz ve daha fazla faiz öderler. Koşullara bağlı ve iyi yönetim talep edersiniz. Aslında bu onların kaynaklarını satmalarını sağlar. Buna sosyal hizmetleri, teknik şirketleri, eğitim sistemleri de dahildir. Adli sistemlerini, sigorta sistemlerini yabancı şirketlere satarız. Bu, ikili, üçlü, dörtlü bir darbedir!

Şirketokrasinin izlediği politikalar nedeniyle dünyada her gün ortalama 24000 insan açlıktan ölmekte, çoğu çocuk olan başka on binlerce kişi kurtulmaları sadece maddi nedenlerle mümkün olmadığı için çeşitli hastalıklara teslim olmakta. Dünya nüfusunun yarıdan fazlası günde 2 dolardan az gelirle hayata tutunmaya çalışırlar.

EKONOMİK TETİKÇİ KİMDİR?

Ekonomik Tetikçi: Net Görüntü İçinde Saklanmak

Küresel imparatorluğun çıkarlarına hizmet edenler bir çok farklı rol oynayabilir. John Perkins’in ortaya koyuşuyla, ekipteki her kişi bir ünvana sahiptir. Mali analizci,sosyolog ekonomist,vs… Ancak bu ünvanların hiç biri kişinin kendi tarzınca bir ekonomik tetikçi olduğunu ortaya vurmaz. Bir Londra bankası tüm personelini saygın üniversitelerden diplomaları olan insanın ancak Kent’de ya da Wall Street’de görmeyi umacağı marka giysiler kuşanmış insanların oluşturduğu bir offshore şube açar. Ancak bu kişilerin gündelik işi zimmete geçirilmiş fonları gizlemek, uyuşturucu satışlarından gelen paraları aklamak ve çok uluslu şirketlere vergi kaçırmakta yardım etmektir. Bunlar ekonomik tetikçidir. Bir IMF ekibi çok gereksinilen (ve karşılığı eğitim bütçelerinde kesinti yapmak, ekonomilerini Kuzey Amerikalı ve Avrupalı ihracatçıların tapon mallarının akışına açmak olan) ilave borç paketleri silahlanmış halde bir Afrika başkentine gider. Bunlar da ekonomik tetikçidir. Bir danışmanlık firması Bağdat’ın Birleşik Devletler ordusunun koruması altındaki Yeşil Bölgesinde iş yeri kurar, Irak petrol rezervlerinin yağmalanmasına zemin hazırlayacak yeni yasaların çıkartılmasını sağlar. Bunu yapanlar da ekonomik tetikçidir. Ekonomik tetikçi yöntemleri yasal (hatta devlet ve yetkili kurumlara dayatılan) yöntemlerden eksiksiz bir yasa kataloğundaki başlıkların hepsini ihlal eden gri bölgelere uzanır. Bunlardan yararlananlar hesap sorulamayacak, kınanamayacak kadar güçlü insanlar, birinci dünya çevreleri içine yuvalanmış elitlerle onların üçünü dünyadaki müşterileri, dünyayı istediği doğrultuda düzenleyerek çalışanlardır.

DENETİM AĞI

Üçüncü Dünya borçlarının yıllık ödemeleri 375 milyar dolar gerektirir ki, bu rakam aynı ülkelerin aldığı dış yardımın yirmi katıdır. Nüfusunun yarısı günde 2 dolardan az parayla geçinen Güney Kürenin varlıklı Kuzeyin desteğiyle ayakta kaldığı bu sisteme,”Marshall Planı Tepmesi” denir. Başarısız olmuş bir sistem nasıl olur da varlığını koruyabilir? Anapara az gelişmiş ülkelere borç ve başka finans şekilleri halinde akıyor ama (John Perkins’in vurguladığı gibi) bunun bir bedeli var; Borcun sağladığı boğucu hakimiyet Birinci Dünya hükümetlerine, kurumlarına ve ticari kuruluşlarına Üçüncü Dünya ülkelerinin ekonomileri üstünde kontrol sağlıyor. Üçüncü Dünya ülkelerini alın ve kurtulmaları son derece güç, git gide daha kapsamlı ve karmaşık bir hal alan son derece yaygın mali, askeri ve siyasi bir denetime sahip olan bir ağa yerleştirin.

Küresel Kuzeyin Denetim AĞI:

G8 Ülkeleri – Çok Uluslu Şirketler – Dünya Bankası – IMF

Az Gelişmiş Ülkelere Akan Fonlar:

*Şişirilmiş projeler için verilmiş borçlar
*Yapısal düzenleme borçları
*Gelişim kredileri
*Silah yardımları
* İhracat kredilendirme kurumları aracılığıyla sağlanan fonlar
*Offshore operasyonları

Yardım, Kredi ve Yatırım Sağlama Koşulları:

*Kaynak geliştirme imtiyazları
*Paylaşım sözleşmelerinde tek yanlı yararlılık
*Yerel elitlerle ortaklık
*Kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi
*Gümrük tarifelerinin tek yanlı indirimi
*Gereksiz savunma ve güvenlik gücü oluşturulması
*Özel şirket projelerinin gerçekleştirilmesi için kamu yatırımı
*IMF bütçe denetimleri

Paranın Birinci Dünyaya Geri Akış Yolları:

*Kontratlar, borç ödemeleri ve şişirilmiş projelerden alınan bedeller
*Hileli ihaleler
*Anapara kaçışı
*Offshore hesaplarına yatırılan paraların komisyonları
*Manipüle edilen emtia piyasaları
*Zimmete geçirilip, offshore hesaplarına aktarılan paralar
*Silah satışı anlaşmaları
*Tahsisli hizmet ve tedarikçiler
*Vergi kaçırma, para aklama
*Para transferlerinde bedel kaçakları

Uygulama:

*Hileli seçimler
*Rüşvetler
*Askeriyeye ve güvenlik güçlerine sızmalar
*Yerel para biriminin ve faiz oranlarının manipüle edilmesi
*İşbirliğine yanaşmayan liderlerin öldürülmesi
*Yerel milislerin ve güvenlik güçlerinin kullanılması
*Askeri müdahale

Nasıl? Bütün bu anlatılanlar size de tanıdık geliyor mu?

YAPILAN BU İTİRAFLAR ÜZERİNE TÜRK MİLLETİ OLARAK GÖRMEMİZ GEREKEN GERÇEKLER

1917 yılında Bolşeviklerin isyanı ile tercihini Sosyalist rejimden yana kullanan Rusya bu paylaşım savaşı sonrasında sınırlarını Orta Avrupa’ya kadar genişletmiş, hatta Almanya’nın iç kısımlarına kadar geldiği için, Berlin kenti bir duvarla ikiye bölünmüştü. Aslında bölünen yalnızca Almanya değildi; siyasi ve sosyal anlamda Avrupa bölünmüştü.

Sermayenin önünde iki seçenek vardı. Ya anti-demokratik, emperyalist ve tümüyle sömürüye dayalı sistemine devam edecek ve muhtemelen bütün Avrupa’nın Sosyalizme geçmesine seyirci kalacak ya da Avrupa’ da tüm dünyanın imreneceği, göreceli de olsa demokratik, eşit ve paylaşımcı bir sosyal devlet anlayışını inşa edeceklerdi. İkinci yolu seçtikleri takdirde hasımlarına kapitalist sistemin adil, eşitlikçi ve demokratik olduğunu göstererek Sosyalist Blok halklarının aklını çelmekle kalmayacak, bir yandan da Avrupa halklarının gözünün sosyalist sistemde kalmamasını sağlamış olacaklardı. Üstelik bu Sosyal Devletlerin nimetlerinden yine en fazla yararlanacak olan kapitalist sistem olacaktı. Sanayiye yapılan alt yapı yatırımları ( ulaşım, enerji, bankacılık,iletişim vs.) muazzam harcamalar gerektiriyordu ve bu harcamaları halkın sırtından (Vergilerle) Devlete yaptırmak ve daha sonra özelleştirme adı altında el koymak çok daha karlı olacaktı. Bütün bunlar oluşturulurken toplumun eğilimlerini bu minvalde oluşturmaları gerekiyordu. Çok iyi de becerdiler.

Yukarıda verdiğim denetim ağı maddelerini inceleyecek olursak, 1950’lerden beri her bir maddenin adım adım üzerimizde uygulandığını görürüz. O günden bugüne kadar olan süreçte, ülkemizde yapılan bu uygulamaları madde madde yazmaya kalkarsak, ciltler halinde kitap olur.

Kısaca özetlemek gerekirse:

Marshall Planını uygulamak, Avrupa’nın ortak mirasını koruyup geliştirmek ve üye olan ülkelerin yaşam standartlarını aynı düzlemde kurgulayabilmek için kurulan Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütüne (OEEC,1949), o mirasın sahiplerinden sayılarak, kuruluşundan hemen sonra çağırılan üç ülkeden biriydik. Teklifi kabul ederek, hiç ihtiyacımız olmadığı halde Marshall yardımını alarak üye olduk. O dönemde, coğrafi durumunuz müsait değil diyerek, Türkiye’yi NATO’ya almak istemeyenler, OEEC’ye ortak mirasçı vasfıyla bizi örgüte dahil ettiler. Daha sonra ne oldu da bu fikirden vazgeçtiler? Bunun cevabını John Perkins veriyor. Bizim ekonomik kaynaklarımızı ele geçirip, toprak bütünlüğümüzü yok edip, bizi devlet olarak ortadan kaldırıp, dünya üzerinde hakimiyeti kurgulamak ve Ortadoğu’yu ele geçirmek için bizi Avrupa Birliği yerine Büyük Ortadoğu Projesine dahil ettiler.

Büyük Ortadoğu projesinin öngördüğü, projeye dahil edilen devletlerin, yokluk ve sefalet içinde tutulup ama yöneticilerin ise zenginliğin zirvesinde olmaları anlayışını ve bunu sanki, toplumların kaderiymiş gibi algılatılması ve bu algılamaların (paradigmaların) doğrultusunda gün be gün hedefe ulaşma çabalarının ne kadar başarıyla sürdürüldüğünü görüyoruz. Özellikle, ülkemizde bu çabaların, Menderes döneminde başlatılmış olup, Özal, Demirel ve Erbakan hükümetleri tarafından desteklenerek, bugün tek başına iktidar olan AKP’nin alt yapısının hazırlanmasında ve bu oluşumun halk tarafından desteklenmesi için Fethullah Gülen Cemaatinin bu hükümetler tarafından teşkilatlandırılıp, önümüze konulmasının, yukarıda yapılan itiraflar sebebiyle, gelişi güzel bir tesadüf olmadığını bize ispatlıyor. İlginç olan ise, bu zamana kadar gelen Başbakanlar arasında, R.T. Erdoğan’ın bu projeye eş başkan seçilmesidir. Bundan önceki Başbakanlara niye teklif edilmemişti? Ya da edilmişti de bizim mi haberimiz olmamıştı? Sebebi, yıllardır adım adım alt yapısı oluşturulan bu projenin son ayağına gelinmiştir. Yakın bir gelecekte ortaya çıkacak yeniden paylaşım savaşında, bölgeyi Ruslara kaptırmamak için Türkiye’yi kendi kontrolünde tutup, bölgede hakimiyeti sağlamak açısından, kendi sözünden çıkmayacak hükümeti destekleyerek, bölgede İsrail devletini güçlü kılmaktır.

Marshall Planının kabulünden sonra 28 Mart 1949 tarihi bize neyi hatırlatıyor? İsrail Devletini tanıyan ilk Müslüman ülke olduğumuzu… Bu da şunu gösteriyor; artık o tarihten bu güne kadar olan oluşturulan iç ve dış politikalarımız ABD’yi ve Avrupa’yı güdümünde tutan Siyonistler tarafından oluşturulduğudur. Yıllarca halkı, Avrupa Birliğine üye olacağız vaatleriyle kandırarak oy toplayanlar, muhtemelen bu düşünceye kendilerini de inandırmış olacaklar ki, bu sebeple de 1950’lerden beri ülke çıkarlarına ters düşecek ne kadar talep olduysa, bu hayaller doğrultusunda hepsini yerine getirmişlerdir. Bugün, ABD ve Avrupa tarafından üzerimizde oluşturulan bu denetim ağını ortadan kaldırılması için, kendi ülkemizi bir şekilde yeniden ele geçirip, köklü reformlarla devletin yapısını ve işleyişini yeniden kurgulamak gerekmektedir. Bunun için de millet olarak bir an önce uyanıp, milli mücadeleyi yeniden başlatıp, önce ülke işgalden kurtarılmalıdır.

Diyeceksiniz ki, bütün bunları anlamamız için bu itiraflara ihtiyacımız mı var? Tabi ki yok. Ancak morfin verilmiş gibi uyutulan bu insanlara gerçekleri anlatabilmek için ve olan biteni çok iyi anlayan insanların söylediklerinin, birer komplo teorisinden ibaret olmadığını ispat edilmesi açısından ve kamuoyunun bilgilendirilmesi ve yönlendirilmesi bakımından son derece önemlidir.

21 Şubat 2009 Cumartesi

ENTELEKTÜEL İFLASIMIZ

ENTELEKTÜEL İFLASIMIZ

Sloavoj Zizek, Critical Inquiry'in 2008/4 sayısındaki yazısına bir soruyla başlıyor: "Bugün acaba niçin tek sorun bir eşitsizlik, sömürü,adaletsizlik sorunu olarak değil de hoşgörüsüzlük sorunu olarak görülüyor? Acaba niçin çare olarak özgürleşme, siyasal mücadele, hatta silahlı mücadele değil de hoşgörü öneriliyor? İlk akla gelen yanıt, liberal çok kültürcülüğün temel ideolojik harekat olarak siyasetin kültürelleşmesi oluyor. Siyasal farklar, siyasal eşitsizlik, ekonomik sömürü gibi şeylere bağlı farklar, verili ve değiştirilemez ve o yüzden de ancak hoş görülebilir olan farklı yaşam tarzları kültürel farklılık kılığına sokularak doğallaştırılmakta ve nötralize etmektedir."

Bu soruyu biz de kendimize sorduğumuzda ortaya çıkan cevap maalesef ki, içine düştüğümüz karanlığın farkına varmadan, ne kadar gelişmiş,aydın ve çağdaş olduğumuzu bize öğrettiklerini görüyoruz. Oysa ki, baktığınız zaman emperyalist güçlerin çağdaşlık adı altında, son elli yıldır önümüze koydukları paket programlarla, toplumsal yapılanmalarımızı, algılarımız vasıtasıyla değer yargılarımızı, çağdaş olmanın bir getirisi olarak her türlü ahlaki bozukluğu ve kültürsüzlüğü hoşgörü altında değiştirerek ve doğru bildiğimiz bütün kavramların içi boşatılarak, bize sunuluyor. Bu aşamada, emperyalizmin ve el ulaklarının sorunu, Türk Devrimi'nin yaşamsal kavramlarının içinin boşaltılmasıdır. Bunun aracı da, Cumhuriyet simgelerini ortadan kaldırmaktır. Türk Aydını, Amerikan sömürgeciliği ve kırsal kültürün etkisinde kalmış olup, entelektüel bir iflas ortamında yaşıyor. Bunun sebebi, Osmanlı dönemi kültürü inkar edilince, geriye halk edebiyatı dışında pek bir şey kalmıyordu. Ortaya çıkan kültür boşluğu da Batıya daha çok yaslanarak ve oradan daha çok kültür ithalatı yapılarak doldurulmaya çalışıldı. İthal edilen de pozitivist burjuva kültürüydü. Bu yüzden de Türk aydınları düşünsel, ideolojik ve kültürel bir bağımlılığa düşüyor. Bu bağımlılık, yaşadıkları dünyayı ve kendi toplumlarının gerçeğini kavaramalarını giderek zorlaştırıyor. Bütün bu olup bitenler, ahlaki ve entellektüel bir iflas göstergesidir. Çünkü aydınlar doğrudan katılmıyor da olsalar, toplumu saran ahlaki çöküntüyü sanki normal bir olguymuş gibi izlemekle yetinmekte ve anlaşılması olanaksız yargılarla durumu hoş göstererek, ona ortak olanların karşısında ne kadar savunmasız, çaresiz ve kandırılabilmeye açık ve müsait olduğunu görüyoruz. Buna örnek olarak da, son dönemde ortaya çıkan, 1915'te Ermeniler'in tehcir kararıyla ilgili olarak, bugün aydın sınıfında gördüğümüz insanların (Prof. Ahmet İnsel, Prof. Baskın Oran, Dr Cengiz Aktar, gazeteci Ali Bayramoğlu v.b.gibi) Ermeni'lerden bireysel olarak özür dilemek amacıyla başlattıkları imza toplama kampanyasının, bugün içine düştüğümüz karanlığın acı bir tablosu olarak karşımızda durmaktadır. Bugün bu konuda yaşadığımız en büyük problem, sadece iktidarları destekleyecek ve iktidarın yönlendirmesiyle hareket edecek kişileri, bilgili kişileri aydın olarak benimsiyoruz. Buna örnek olarak da, Ahmet Altan bir Türk aydını olarak, bir yazısında şöyle diyor: "Din bu toplumun varoluş temellerinden biri ve belki de en önemlisidir. Onun için biz bunu (reel) siyasetin dışına çıkartıp, sosyolojik ve kültürel olarak aldığımız vakit, tekrardan kent dindarlığı doğar." Burada bu aydınımızın yaptığı yönlendirme, sanki, böyle bir şey yokmuş da, dini siyasetin içinden çıkarırsak, kent dindarlığı ortaya çıkarmış. Görüldüğü üzere, toplumun büyük bir kısmının, özellikle şehir insanının, Ahmet Altan'ı çok değerli bir aydın olarak görürken ve onun düşüncelerini doğru kabul ederken, o ise, iktidarın halka benimsetmeye çalıştığı düşüncelerin bayraktarlığını yapmaktadır.Oysaki aydın olmanın bir de entellektüel olma boyutu vardır. Tamamında olmasa bile, belli bir grubu oluşturacak entellektüel zümreye de ihtiyaç vardır. Entellektüelin ayırdedici niteliği, onun siyasal iktidardan ve siyasal iktidarın gerisindeki egemen sınıflardan bağımsızlığı, siyasal iktidar karşısında eleştirel bir tavır içinde olmasıdır. Burada onemli olan zihinsel ve ahlaki bir eğilimdir. Ve bu eğilime uygun davranabilme, tavır alabilme yeteneğidir.


Buradan da anlaşılacagı gibi, insanoğlunun algılaması kendisini ele geçirebilecek her gücün karşısında ne kadar savunmasız, çaresiz ve kandırılabilir olduğunu görüyoruz. Çünkü insanlar, hem toplumsal değerler açısından yaşanan erozyon yüzünden hem de aldıkları yetersiz eğitim sistemleri yüzünden algılamaları da yetersiz kalıyor. Analiz ve sentez yetenekleri olması gerektiği şekilde gelişemiyor, bu yüzden de muhakeme yetenekleri gerektiği gibi çalışmıyor. Karmaşık konuları doğru algılayıp, çözümleyebilmek için algılamanın yüksek seviyede olması gerekiyor. Kavramsal algılamaların (paradigmaların) bütünü, insanların bakış açısını oluşturur. Yaşanan olayların insanlar üzerindeki etkisi, insanların izleyeceği yolu belirler. Bakış açılarını da bu olaylar üzerinden geliştirdikleri için, algılaması yüksek olanlar, algılaması yüksek olmayanlara nazaran, gerçekleri daha net görebilmektedirler. Bunu tüm insanlar üzerinde başarabilmek için, insanların, gözlemleme, anlama, sorgulama, araştırma ve çözüm üretebilmeleri yönünde geliştirilmeleri lazımdır.