15 Ocak 2009 Perşembe

TOPLUMU YÖNLENDİREN POLİTİK PARADİGMALAR

TOPLUMU YÖNLENDİREN PARADİGMA POLİTİKALARI
Toplumsal paradigmaların oluşmasında, sosyo-ekonomik gelişmelerin ve bu konular üzerinden oluşturulan siyasi politikaların rolü olduğundan bahsetmiştik. Yüzyıllardır, dünya üzerinde var olan güç ve iktidar kavgalarını sürdürenlerin en önemli silahları, toplumlar olmuştur. Toplumlar üzerinden yürütülen ekonomik ve siyasi politikaların, toplumlara hiç bir faydası olmadığı gibi, bu sayede ortaya çıkan yaşam modellerinin de, toplumun ortak çıkar ve menfaatlerini güçlendiren,toplumları ayakta tutan,birlik ve beraberlik duygularını ortadan kaldırarak, kendi içlerinde bölünmeye yönelik bir sistemin oluşmasını öngörmektedir. Buna göre ,bölünmüş ve ekonomik gücü zayıflatılmış toplumları yönetmek her zaman daha kolay olmuştur. (B.O.PROJESİ) Böl ve yönet mantığı hakim olan bu sistemin içinde yer alacak toplumlar, artık yaşamsal algılamalarını sistemin kendisine sunduğu olgular içerisinde, farkında olmadan tamamen kendilerini yönetenlerin menfaatleri doğrultusunda oluşturmak durumundadırlar. Buna en güzel örnek de, günümüzde yaşanan türban sorunudur. İnsanlar kendilerine dayattırılan bu siyasi paradigmayı, farkında olmadan, sanki toplumun öngördüğü bir paradigmaymış gibi yaşayarak, toplumu kendi içinde bölünmeye yönelik bu çalışmaya hizmet veriyor oluşlarıdır. Aynı 80 öncesi yapılan toplum içinde siyasi bölünmeler gibi...

Toplumsal bölünmeleri oluşturan unsurları, öncelikle, ABD devletinin kurgulanmasından sonra ortaya çıkan yeni dünya düzeni adı altında oluşturulmuş politikaların ve bunun üzerinden yeniden yapılandırılan dünya ekonomilerinin üzerinden ele almak gerekir. Noam Chomsky(Dilbilimci, Sosyolog), son beş yüzyıldır yaşananları öğrenmenin genel bir tarih bilgisinden öte, bugün neler olduğunu ve mevcut işleyişin farkına varma adına önemli olduğunu belirtmektedir. Amerikan yaşamının zihinleri alt üst eden ideolojik baskısından özgür olmalıdır diye yazan Noam Chomsky, ABD'de devletin üst kademelerinin ve büyük şirketlerin düşünceyi ve düşünen halkı düşman gördüklerini, bunun için halkın düşüncelerini kontrol etmek için çaba sarf ettiklerini sosyalist düşüncenin diğer ülkelere göre çok düşük olduğunu örnek olarak ABD gibi büyük bir devletin sadece emperyalist bir belediye başkanına sahip olduğunu, düşünceleri kontrol etmek için medyanın kontrol edildiğini toplumun depolitize olmuş bir yapıya sahip olduğunu bu nedenle toplum genelinde dini bağlılığının diğer ülkelere göre daha yüksek olduğunu belirtmektedir. Bu kontrol mekanizması nedeniyle Noam Chomsky'nin de aralarında bulunduğu muhalif entellektüeller medyada yer edinememekte, marjinalize edilmekte, düşüncelerini geliştirecek ortamlardan yoksun bırakılmaktadırlar. Nasıl? Bu anlatılanlar size tanıdık geldi mi?
Noam Chomsky'nin anlattıklarıyla, son yüzelli yıldır içinde bulunduğumuz toplumun yönetilme şekliyle birebir örtüştüğünü görüyoruz. Ve biz hala, özgür bir toplum olduğumuzu, kendi irademizle kendimizi yönettiğimizi düşünüyoruz. Daha doğrusu uygulanan politikaların kendi politikalarımız olduğunu düşünüyoruz. Sömürgeciliğin artık globalizm adı altında toplumlara empoze edildiğini ve halka hissettirilmeden sahip olduğu değerler üzerinden ekonomik ve siyasi güçlerini oluşturduklarını görüyoruz.Dolayısıyla, bu sayede oluşturulan kişisel paradigmaların, toplumsal paradigmalara dönüştürülebilmesi için, mevcut paradigmaları ortadan kaldıracak ve bu sisteme hizmet edecek yeni toplumlar ortaya çıkartılarak, toplumun sosyolojik yapısı yeniden düzenlenmektedir. Bu sayede de istenilen yeni düzen biçimi de sadece mevcut güç odaklarına hizmet etmektedir. Özellikle son elli yıldır bu toplumda oluşturulan en etkili paradigmalar: "Başarıya giden her yol, mübahtır veya gemisini yürüten kaptan bin yaşasındır". Elli yıldır bu toplum üzerinde olgunlaştırılmış en bariz paradigmalardır. Bu paradigmalar, Amerika'nın "Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" paradigmalarının Türkiye'ye yansımış halidir. Amerika tarafından desteklenen Demokrat partinin kadrolaşıp, ülkeyi ele geçirme düşüncesiyle, Amerikan tendanslı politikalar gereği, toplumun sahip olduğu bütün değerleri paraya çevirmiştir. Ve kadrolaşma çabalarının uzantısı olan, toplumun değer yargılarına ters düşen rüşveti, geliştirdikleri paradigma politikalarla zaman içinde halkın tabanına yaymaya başladılar.Tabii, bu aynı zamanda toplumun genel bakışında artık, siyasete ve siyasetçiye inanılmaz ve güvenilmez bir paradigmanın ortaya çıkmasına sebep oldu. Buna örnek olarak da gazeteci-yazar Cüneyt Ülsever'in 14 Eylül 2008 tarihinde Hürriyet gazetesinde, köşesinde yazdığı Paradigmalar da iflas ederler yazısıdır. Cüneyt Ülsever yazısında;
Türkiye'deki bazı insanların paradigmalarında Cumhuriyet kurumlarının,tamamı ile olmasa da, büyük çapta onları dışladığı düşüncesi vardır. Bu insanların ve Cumhuriyet ile sıkıntısı olmayan diğer bazı insanların ortak paradigmalarında ise siyasetçilerin büyük çapta yolsuzluğa açık insanlar olduğu inancı hakimdir. Siyasetçiler yolsuzluk yapar paradigması,1980'lerin başından itibaren büyük çapta kabul görmeye başlamıştır. diye bahsetmektedir. Ve yazısına şöyle devam etmektedir;
Milli görüş ve cemaatler yıllardır kendi paradigmalarını insanlara sabırla kabul ettirme mücadelesi vermişlerdir. Onların 3'lü paradigmalarına göre:
1-Dindar insan iç gruptur. ( Toplum tarafından benimsenen grup)
Dindar insan, dışlanan insanın bir parçasıdır. Örneğin; Tayyip Erdoğan İstanbul Belediye Başkanlığı sırasında imar izni olmayan bir evde oturduğu için merkez medya tarafından eleştirilirken, İstanbul'da imar izni olmayan evlerde oturan milyonlarca insan onu kendinden bilmiştir.
2- Dindar insandan Allah korkusu vardır.
Dindar insan namusludur,çalmaz,yolsuzluk yapmaz, daima yenilenin yanındadır.
3-Dindar insan iktidar olduğunda her şey düzelir.
Zira o hem dışlanan muhafazakar hayatı merkeze taşıyacak,hem de devlet-vatandaş ilişkisini tersyüz edecektir.
Türkiye insanı sosyalizmi ve diğer sol önerileri dış-grubun önerisi addederek dışlarken, muhafazakar tatlar taşıyan Menderes'leri, Demirel'ler,Özal'ları bağrına basmıştır. Ancak, Özal ve Demirel dönemlerinin 2. paradigmayı ( Dindar insanda Allah korkusu vardır ) doğrulamadığı ortaya çıkmaya başlayınca şüpheler ağır basmaya başlamıştır. Bu şüpheler giderek 3. paradigmanın da sorgulanmasına yol açınca bu dönemler sona ermiştir.
Recep Tayyip Erdoğan, 3 paradigmaya birden sahip insan algılaması yarattığı için iktidar oldu. Erdoğan'ı laiklik ekseninde dövmeye kalkanlar onun her geçen gün daha fazla iç-grup olarak algılanmasını sağladı. Ancak Deniz Feneri 2. paradigmanın sorgulanmasına yol açacak yolu hemen Şaban Dişli'nin ardından aydınlatmaya başlayınca Erdoğan çileden çıktı. Zira, içgüdüleriyle biliyor ki en büyük zaafları 2. paradigmanın sorgulanmasıdır. Bu paradigma yıkıldığı anda da ( Dindar insan iktidar olduğunda her şey düzelir ) paradigması kendiliğinden sorgulanmaya başlanacaktır.

Gazeteci-yazar Cüneyt Ülsever'in yaptığı bu tespitlerden yola çıkarak, Türkiye Cumhuriyet'inde devlet yöneticilerinin ülkeyi yönetmek adına ortaya koydukları devlet politikalarının, dilbilimci Noam Chomsky'nin ileri sürdüğü ABD politikalarıyla birebir örtüştüğünü; ve bunların 1980 ihtilali sonrası yeniden şekillendirilen toplum yapısında, özellikle depolitize edilmiş,düşünmeyi ve sorgulamayı ortadan kaldırmış eğitim sisteminin oluşturulmasına ve toplumun düşünce yapısını kontrol altında tutacak dinamiklerin ( Liderlerin halkın üzerendeki yönlendirici etkisi ve medyanın devlet politikaları doğrultusunda halkı yönlendirmesi ) güçlendirilmesine önem verilmiştir. Bu şekilde oluşturulan bu yeni yapılanmanın, böylesine bir kısır döngü içerisinde toplumların içe dönük olan muhafazakar yapısından faydalanmak suretiyle, bugünkü siyasi oluşumların alt yapısı hazırlanmıştır. Bu bize, ABD'deki yeni muhafazakarların politik programı ile Türkiye'de AKP ve Fethullah Gülen cemaatinin politik hedefleri arasındaki uyumu ve paralelliği göstermektedir. Nasıl ki, ABD'de yeni evangelistler ve
hristiyanlar köktendincilerle bir ittifak halinde ise, işler burada da böyle yürütülmektedir. ABD'nin, 1980 sonrası oluşan Türk hükümetleriyle olan ittifakının sebebi, ihtilalden sonra sosyalist zihniyetin asimile edilip, hükümetlerin merkez sağ partilerinden oluşturulması ve altyapısının 2. Dünya Savaşından sonra oluşturulmaya başlayan Büyük Ortadoğu Projesi'nde ( BOP) Türkiye'nin jeo-politik konumu başrol oynamasıdır.

Ve o dönemde, Türkiye'de bu projenin alt yapısı Özal ve Demirel hükümetleri tarafından hazırlanmıştır. Bu projeyle başlayan, yeni dönem içinde oluşturulan toplum bilinci ve paradigmaları, Türk toplumunun önüne yeni bir sayfa açmış, ve yüzyıllardır sahip oldukları değerleri zaman içinde önüne konan terör ve ekonomik politikalarla yitirerek, kendi içinde bölünmeler yaşamıştır. Ortak hareket etme bilinci ve paradigmaları kişiselleştirilip, ülkenin ortak çıkarları için değil,sadece kendi çıkarları için var olan topluluklar haline getirilmiştir. Buna en iyi örnek de,dönemin Başbakanı Özal'ın ABD tendanslı devlet politikalarının halk tarafından benimsenmesi için, ileri sürdüğü, "Benim memur'um işini bilir" önermesini halka sunmuştur.Ve bunun bir toplumsal paradigmaya dönüşmesi de, önce devlet kademelerinde ve iş hayatında daha sonra bu anlayış toplumun bütün katmanlarında hayata geçirmiştir. Yıllar içerisinde bu paradigma, halk arasında zaman zaman, "Başarıya giden her yol mübahtır" veya "Gemisini yürüten kaptan, bin yaşasın" şeklinde kabul görse de, bu paradigma son otuz yıldır toplum üzerindeki etkisini hiç kaybetmemiştir. Ayrıca, Menderes yönetiminden miras kalan, 'Bal tutan parmağını yalar', (Devlet deniz yemeyen domuz) paradigmaları ilk etapta toplumun ahlaki değerleriyle örtüşmediğinden, toplum tarafından tepkiyle karşılansa da zaman içerisinde enjektörle zerk edilen morfin gibi yavaş yavaş yıllar içerisinde kabul görüp, artık siyetçilerin, millete hizmet vermek için değil, kendilerini zengin etmek için çalıştıkları düsüncesini benimseyip kendi hayatlarında da bu paradigmaları uygulamaya başlamışlardır.Çünkü, Türk Milleti büyük sözü dinler!

Büyük orta doğu projesinin öngördüğü, projeye dahil edilen devletlerin, yokluk ve sefalet içinde tutulup ama yöneticilerin ise zenginliğin zirvesinde olmaları anlayışını, ve bunu, sanki bu tür yaşayışın toplumların kaderiymiş gibi toplumlara algılatılması ve bu algılamaların (paradigmaların) doğrultusunda gün be gün hedefe ulaşma çabalarının ne kadar başarıyla sürdürüldüğünü görüyoruz. Özellikle, ülkemizde bu çabaların, Menderes döneminde başlatılmış olup, Özal, Demirel ve Erbakan hükümetleri tarafından desteklenerek, bugün tek başına iktidar olan AKP'nin altyapısını hazırlanmasında ve bu oluşumun halk tarafından desteklenmesi için Fettullah Gülen Cemaatinin bu hükümetler tarafından teşkilatlandırılıp, oluşturulan politik paradigmalar sayesinde başarıyla sürdürüldüğünü görüyoruz.. Ve projenin en önemli özelliği, toplumun yapısını değiştirmeye yönelik yapılan çalışmaları, topluma hissettirilmeden sanki doğal gelişen bir değişim süreciymiş gibi toplumlara algılatılmasıdır. Zaten paradigma politikaların en vurgulayıcı özelliği budur. Son elli yıldır bu şekilde oluşturulan paradigma politikalarla yönlendirilen Türk toplumu yüksek dozda morfin verilmiş gibi uyutulmuştur ve hala da uyutulmaya devam ediliyor.

Bunun en son örneği ise, anayasada yapılmak istenilen değişikliklerin başında, “Türk Devleti’nin tebaası olan herkes, Türk vatandaşıdır.” ibaresi yerine, “Devlete bağlı, etnik köken farklılığı gözetmeksizin, herkes Türk’tür.” İbaresi getirilmesi istenmektedir.

Burada yapılmak istenilen gerçek niyet, Devlet’in başındaki Türk kelimesi kaldırılarak, Devleti kimliksiz bırakıp, daha sonra da Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni, United State haline çevirme çabası vardır. Ve bunu yaparken de dini ve etnik köken kelimeleri kullanılarak, insanların dikkatlerini bu minvalde yoğunlaştırarak, gerçekte yapılmak istenen düşünceden uzaklaştırmak çabasıdır. Burada farklı etnik kökenli insanları aynı seviyede gösteriliyormuş gibi algılatılıp, aslında devletin üniter yapısını bozmaya yönelik bir çalışmadır. Sosyolojide buna paradigma kayması veya değişmesi denir. Yani toplumun kabul ettiği doğrular sistematiğini yani, paradigmalarını (kavramsal algılamalarını) yine topluma hissettirilmeden değiştirilmesidir. Toplum için önem arz eden değerleri veya kalıplaşmış düşünce biçimlerini, topluma hissettirilmeden yerine yeni değerler ve düşünce biçimlerinin oturtulmasıdır.

10 Ocak 2009 Cumartesi

Paradigmaların insan hayatında ve toplumsal yaşamda yeri ve önemi

PARADİGMALARIN İNSAN HAYATINDA VE TOPLUMSAL YAŞAMDA YERİ VE ÖNEMİ
Bugün sosyal bilimlerde kullandığımız kavramların önemli bir kısmı, "içerisi" ile "dışarısı" arasında yapılan ayırım etrafında şekillenmekte ve kavramsal algılarımızın sınrlarını oluşturmaktadır. Buna paradigma denmektedir. Paradigma insanın dünyayı algılamak için kabul ettiği doğrular sistematiğidir. Paradigmalarımız bakış açımızı ve bunun sonucunda ortaya çıkan davranış biçimlerimizi yönetir. Bu yüzden de,bu doğrular sistematiğinde oluşturulan paradigmalar kişiden kişiye ve toplumdan topluma farklılıklar göstermektedir. Her hangi bir konu üzerinde çok çeşitli yorumların oluşması, kavramsal algılarımızın (paradigmalarımızın) birbirinden çok farklı olmasından kaynaklanmaktadır. Paradigma bir tür zihin haritasıdır. Belirli durumlarda nasıl davranılmasını ortaya koyan bir kalıptır. İnsanoğlu, doğduğunda anlam dünyası yada zihin haritası boş bir haldeyken, zamanla ailesi başta olmak üzere, içinde yaşadığı kültür ve eğitim ortamı bu haritanın an çizgilerini oluştururlar. Paradigma, toplum olarak kullandığımız ortak bir jargon, ortak bir şablon olması sebebiyle bizi yakından igilendiren bir konudur. Bu yüzden de toplumların sahip oldukları toplumsal paradigmaları, toplumların bilimsel, dinsel ve kültürel yapılanmalarına ayna tutar.
İnsan unsuru basit bir yaratık değildir. O, düşünebilen, hayal edebilen, üretebilen ve duyguları olan, çok donanımlı bir yapıya sahiptir. Bunun için toplumları oluşturan bireylerin, içinde yaşadığı toplumun, bulunduğu coğrafyası itibariyle sahip olduğu kültürel zenginliği ile yoğurulup, eğitimle birlikte bilinç düzeyi yükseltildiğinde, insan kalitesi çok yüksek toplumlar oluşturulur. Bir ülkenin en başta gelen zenginlik kaynağı, ülkedeki insanların beyinleri ve bu beyinlerin kullanım kapasiteleridir. Eğitim, her insandaki beyin kullanma yeteneğini yükseltir. Ancak, günümüz insanının kavramsal algılamaları (paradigmaları), içinde bulunduğumuz çağla birlikte aynı paralellikte gelişmiyor. İnsan beyninin akademik ağitimle birlikte en üst saviyeye çikabileceğini biliyoruz. Bilimsel gelişmeler ve bunun doğrultusunda ortaya çıkan teknolojik gelişmeler bize bunu ispatlıyor.Bununla beraber kişilerin sosyal bilincini aynı şekilde yukarı çekmenin mümkün olmadığını,akademik eğitimle birlikte, toplumun kendi içinde oluşturduğu yaşam öğretilerini de (toplumsal değerleri, ahlaki değerleri, dini değerleri) kişilere doğru bir şekilde empoze edilmesi gerektiğini gösteriyor. Bunun sonucunda ortaya çıkan kişisel paradigmaların, toplum paradigmalarıyla aynı düzlemde buluşmasını sağlamak kolaylaşıyor. Yaşam kalitemizi yukarıya çekebilmek için, yaşamı algılayış ve yorumlayış biçimimizle kendi tarzımızı yani paradigmamızı geliştirmek ve onunla şekillendirdiğimiz bir yaşam felsefesi, dünya görüşü oluşturmak zorundayız. Yaşama çoğu zaman yanlış, önyargılı veya toplum tarafından tarafından empoze edilmiş paradigmalarla bakıyor ve kendi paradigmamıza hükmedeceğimize onu başkalarının ellerine bırakıp, yaşam kalitemizi çok düşük seviyelerde tutuyoruz.
Günümüzde içinde bulunduğumuz toplum yapısında, oluşmuş kişisel paradigmalar, toplumun paradigmalarıyla ne derece örtüşüyor. Öncelikle bunu irdelemek gerekiyor.
Her ırkın kendine özgü kültüre, dile ve dine sahip olması, gerek insanlar arasında, gerekse toplumlar arasında birbirinden farklı bakış açılarının oluşmasına en önemli etkendir. Çünkü insanoğlu, dünyaya getirdiği her çocuğa öncelikli olarak kendi ırkının dilini, dinin ve kültürünü empoze eder. Doğan çocuğun ilk önce ruhuna ekilen, ırkının özellikleri ve ailesinde ve yakın çevresindeki paradigmalardır. (mevcut, toplumsal bakış açısı) İnsanoğlu, uzunca bir süre ailesinin yakın çevresinin ve de toplumun kendisine sunduğu paradigmaları doğru sayarak, yani, kendi paradigmasını oluşturana kadar olan sürede, toplumsal paradigmalarıyla yaşar. Toplumsal paradigmalarımızın doğrusunu veya yanlışını ne zaman çözeriz, ne zaman yargılar, analiz ederiz? Bilimsel düşünceye sahip olana kadar ve gerçeğe saygı duyana kadar. Gerçek, yaşamın çıplak ve en objektif yanıdır. Çocukluktan yetişkinliğe geçiş süresinde kişinin alacağı eğitim ve o güne kadar kendisine verilen toplumsal bakış açısının sorgulanmasıyla birlikte (o güne kadar kendisine öğretilen doğruların sorgulanıp, analiz edildikten sonra, kendi algılamasına göre toplumsal paradigmaların oluşturulması) kendi kişisel bakış açısını, yani kişisel paradigmalarını oluşturur. Ve o günden sonra çizgisini ve izleyeceği yolu, kendi kişisel paradigmalarıyla yönlendirmeye başlar.Toplum içinde yaşarken, kişisel paradigmalarla, toplumsal paradigmalar arasında çok büyük farklar yani, uçurumlar olmaması gerekiyor. Toplum içinde yaşarken, toplum tarafından kabul görmüş değerlerde birleşim gösterip, o değerlere sahip çıkılan bir yol izlenmelidir. Yalnız, bunu yaparken, güncelliğini yitirip, artık fonksiyonel özelliğini yitirmiş değerlere körü körüne inanıp, uygulamak yerine bunları, kişisel paradigmalarımız sayesinde yeniden revize edip, hayata geçirmek lazımdır.
Son elli yıldır gelişen golabal gelişmeler sonucunda ve hızlı artan dünya nüfusu sayesinde, toplumlar, mevcut kültürlerini,coğrafyasını ve ekonomik sistemlerini koruyamamış,sahip oldukları yaşam öğretilerini, sosyoekonomik ve politik gelişmeler sayesinde, yitirmiş ve farklı kültürlerden oluşan toplumlar haline gelmiştir. Bu karma toplumlar, kişileri bireysel yaşama yönlendirmiştir. Bu sayede, bireysel yaşam, kişileri, toplum bilincinden ve sorumluluğundan uzaklaştırıp, sadece kişisel paradigmaları doğrultusunda hareket etmeyi zorunlu kılmıştır. Ve bu durum kişiyi, toplumun öngördüğü paradigmalarla karşı karşıya getirmiştir. Bu aynı zamanda kişisel gelişim açısından da insanları köreltmiş ve sosyal bilincinin güdük kalmasına sebeb olmuştur. Örneğin kişi kendi menfaatleri doğrultusunda hareket ederken, içinde yaşadığı toplumun mevcut değerlerini ve menfaatlerini rahatlıkla gözardı edebiliyor ve hiç bir şekilde gelişmemiş sosyal bilinciyle de bundan rahatsızlık duymuyor. Bu durum, öngörülen bireysel yaşamın, insan kalitesini ne kadar düşürdüğünü ve bunun topluma yansıması ,aynı şekilde organize olamayan ve toplum bilincini oluşturamayan, sosyal bilinci düşük topluluklar haline dönüştüğünü göstermektedir.

Bugün içinde bulunduğumuz toplum da bu durumdan yeterince nasibini almış durumdadır. Yıllardır süregelen yanlış politakalar, içinde bulunduğumuz toplumu böyle bir açmaza sürüklemiştir. Görülüyor ki, toplumu yönlerdiren unsurlar, bu oluşum sürecinde kişisel menfaatleri ön plana çıkararak, mevcut toplum paradigmalarını global değişim adı altında değiştirmeyi başarmış ve toplumu bir arada tutan dinamiklerinden uzaklaştırmıştır. İnsanları banka cüzdanlarının kalınlığı ile değerlendiren materyalist batı felsefesinin, 'yükselen değerler' namıyla bize empoze etmekte olduğu gibi iç huzurumuzu ve davranışlarımızı sadece maddi unsurların belirlediği, hiç bir derinliği olmayan, sığ düşüncelerin esiri olmuş insanlardan toplumlar oluşturuluyor. Ve biz de, padişahların kulu, kölesi olmaktan kalma ezikliğimiz yüzünden, kendine güveni olmayan, benliği gelişmemiş, batı kültürünün etkisinde kalarak kendisini onların karşısında adam saymayan, adam sayılmak için onları körü körüne taklit eden ve onların doğrularıyla yaşayan insanlar yetiştiriyoruz. Bu da yetmiyormuş gibi bir de global yaşamın insanlar üzerindeki olumsuz etkisi, de eklenince çok vahim bir durum ortaya çıkıyor. Bu vahim durum da şudur: artık toplumları oluşturan insanların ortak duygu ve düşüncelerle bır arada hareket edemeyişleridir. Dolayısıyla, beraberlik duygusunun kaybolduğu bir toplumda, huzur aramak veya toplumsal gelişmeyi sağlamak pek mümkün görünmemektedir. Bu durum da, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin üniter yapısını bozmak ve bölmek isteyenlerin son derece işine gelmektedir.
Yakın bir zamana kadar toplumlar paradigmalarını, dini, ahlaki ve yaşamsal öğretilerinden oluştururken, bugün artık, toplumsal paradigmalarımız yeni dünya düzeni anlayışıyla devlet politikalarıyla oluşturulmaktadır. Bunlara ideoloji paradigmaları denmektedir.

8 Ocak 2009 Perşembe

KISSADAN HİSSE

Eski zamanların birinde bir otlakta öküz sürüsü yaşarmış. Yaşarmış yaşamalarına ama civardaki aslanlar bir türlü rahat bırakmazmış onları. Hemen her gün saldırırlarmış bu sürüye. Öküz dediğin öyle yabana atılır bir hayvan değil ki, bir araya toplandılar mı kolayca defetmesini bilirlermiş o koca aslanları. Gerçi bir iki sıyrık alırlarmış ama. Yine de boyun eğmezlermiş Aslanların zorbalığına. Gün geçtikçe aslanları almış bir kaygı. Ancak tavşan, fare gibi küçük hayvancıklarla beslenir olmuşlar. Git gide güçten düşmüşler. Eee, aslan bu, hiç fareyle doyar mı. -'Her halde bize bu otlağı terk etmek düşüyor' demiş aslanlardan birisi. -'Evet' diye tasdik etmiş diğerleri. Nereye gideriz diye düşünürlerken -'Bir dakika' diye bir ses duymuşlar gerilerden. Herkes dönüp bakmış sesin geldiği tarafa. Sürünün en çelimsiz, ama kurnaz mı kurnaz bir ferdi olan Topal Aslan’mış söze atılan. -'Hayır' demiş, 'hiçbir yere gitmiyoruz. Siz bana bırakın, ben hallederim bu işi.’ İnanmamış kimse ona ama haydi bir şans verelim ne çıkar diye düşünmüşler. O da almış yanına bir iki aslan gitmiş öküzlerin yanına. Beyaz bayrak çekmeyi de unutmamış. Öküzlerin lideri olan Boz Öküz başta olmak üzere beş irikıyım öküz yaklaşmış onlara. Sormuşlar ne istediklerini. Topal aslan başlamış konuşmaya. Bir yandan da Boz Öküz'ün sivri ve kocaman boynuzlarına bakıp ürperiyormuş. - 'Saygıdeğer öküz efendiler' diye başlamış lafa.'Bugün buraya sizden özür dilemek için geldik. Biliyorum sizleri çok defa incittik, kim bilir kaçınızda şu pençemin izi vardır. Ama inanınız bunların hiç birini isteyerek yapmadık. Biliniz ki biz aslanlar barışçı bir milletiz. Hele öküzlerle hiçbir alıp vermediğimiz olamaz. Ancak evet size defaatla saldırdık, ama niye biliyor musunuz? Hep o sizin aranızdaki Sarı Öküz yüzünden. Onun rengi öyle sizinkiler gibi değil ki. Gözümüzü kamaştırıyor, aklımızı başımızdan alıyor. Onu gördük mü ne kadar barışsever olduğumuzu unutup size saldırıyoruz ve sürünüze zarar veriyoruz. Yoksa bizim sizinle hiç bir alıp veremediğimiz yok. Onun yüzünden hepiniz zarar görüyorsunuz. Bir türlü hayatınızdan emin rahat rahat otlayamıyorsunuz, belki geceleri bile bizim kükrememiz sizin uykunuzu kaçırıyor. Bunların hepsi Sarı Öküz'ün suçu, verin onu bize, siz kurtulun, biz de barış içinde yaşayalım' demiş. Boz Öküz, diğer önde gelenlerle görüşmek üzere geri çekilmiş. Hepsi de sıcak bakmışlar bu teklife. Bir tek yaşlı Benekli Öküz olmaz demiş ama kimseye dinletememiş sesini. Zavallı Sarı Öküz kurban edilmiş aslanlara. Hepsi birden saldırmışlar zavallı öküzün üzerine. Bir ikisini fırlatmış üstünden ama bitkin düşmüş az sonra. Çırpınmış, haykırmış, yardım istemiş, yalvarmış, ama yokmuş onu işiten. Diğerleri üzülmüşler üzülmesine ama elden ne gelir ki. Bütün sürünün selameti için bir öküz gerekliymiş. Bu gerçekten de günlerce sürüye hiçbir saldıran olmamış. Huzur içinde geçer olmuş günleri. Ama aslan milleti bu, ne kadar sabreder ki. Hele öküz etinin tadını aldıktan sonra. Acıktık demişler Topal Aslan'a daha bir kaç hafta bile geçmemişken. O da yine almış yanına bir kaçını, bir defa daha gitmiş Boz Öküz'ün yanına. -'Selam' diye girmiş söze. 'Gördünüz ya biz aslanlar ne denli uysal milletiz. Doğru kararınız için sizi bir daha kutlamak isterim. Siz de huzur içindesiniz, biz de. Ne mutlu. Yalnız buraya bunları söylemek için gelmedim. Büyük bir problemimiz var.' -'Nedir? ' demiş Boz Öküz merakla. -'Şu sizin Uzun Kuyruk' demiş Topal Aslan. Öyle uzun bir kuyruğu var ki nereden baksak görünüyor. O kuyruğunu salladıkça bizim de aklımız başımızda gidiyor. Gözümüz dönüyor, sürüye saldırmamak için kendimizi zor tutuyoruz. Hâlbuki siz öylemi ya, hepiniz normal kuyruklusunuz. Bir onun suçu yüzünden korkarım hepiniz zarar göreceksiniz. Gelin verin onu bize, bu mevzuyu burada kapatalım. Eskisi gibi barış ve sevgi içinde iki taraf da hayatını sürdürsün. Boz Öküz yine istişare yapmış sürünün ulularıyla. Yine sadece Benekli Öküz olmuş karşı çıkan. Hepsi de verelim gitsin demişler. İstişare daha da kısa sürmüş bu defa. Dışlamışlar Uzun Kuyruk'u sürüden. Saatler sürmüş zavallının çırpınışları ama sonunda o da yenik düşmüş aslanlara. Tekrar tekrar yinelenmiş bu olanlar. Her geçen gün daha da semirmiş aslanlar. Alabildiğince güçlenmişler. Öküzlerse her geçen gün daha da zayıflamışlar, seyreldikçe seyrelmişler. Aslanlar küstahlaştıkça küstahlaşıyorlarmış. Artık bir sebep bile söyleme gereği duymuyorlarmış. -'Verin bize şu öküzü yoksa karışmayız' derlermiş sadece. Zavallı öküzlerin hayır diyebilecek güçleri kalmamış. Hepsi birer birer can veriyorlarmış aslanların pençesinde. Boz Öküz de aralarında olmak üzere bir kaçı kalmış en sona. Ne oldu bize, ne zaman kaybettik bu harbi aslanlara karşı, oysa ne kadar da güçlüydük? Diye sormuş biri Boz Öküz'e. - 'Biz' demiş Boz Öküz gözleri nemli ve sesi pişmanlıkla titreyerek 'Sarı Öküzü verdiğimiz gün kaybettik bu harbi...'